Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Marakaslarla değişecek bu dünya

Müziğin herkesi biraraya getirebilen, sihirli bir yönü var şüphesiz ki. Hiç tanımadığınız, hikayelerinizin örtüşmediği insanlarla buluşabiliyorsunuz bazen şarkılarda. Aynı şarkılarda içiniz acıyor, aynı şarkılarda kalbiniz 9/8’lik atıyor. Dil, ırk, saç rengi, ayakkabı numarası, eğitim düzeyi tanımıyor bu iş. Geçtiğimiz hafta, temelini bu felsefeye kurmuş, bana müthiş bir ilham ve enerji veren bir konferansa hem dinleyici, hem konuşmacı olarak katıldım: Uluslararası Community Music günleri. Sadece sunumlar aracığı ile değil, tanıştığım insanlar, molalarda yaptığımız sohbetler, izlediğim konser ve dinletiler sayesinde de neşe ve ümit doldu içim. Tam da aynı günlerde malum olaylar yaşandı; Facebook sayfam birbirine girmiş insanlar ve mesajlarla doldu. Terör hayatlarımıza, kanımıza, buğdayımıza sinsi sinsi işledi. İşte tam bu noktada dedim ki, daha da çok müzik lazım. Müzik lazım, felsefe lazım, bilim lazım, sanat lazım. Herkese lazım. Hepimize lazım. Ayrıştırmadan, “sen yapamazsın, yete

"Benim içimde yeni bir heves var canlarım. Kendim olma hevesi." *

Hayallerini bulup, onların peşinden koşmak, bir televizyon dizisi sloganından fazlası olmalı. Hem zaten bu gürültünün, hengamenin ve mugâlataların ortasında öncelikle ne istediğini bulmak da zor iş. Çocukken öyle değildi. Sonra ne olduysa herkes, bizi bizden iyi bilircesine, neler istediğimizi, neye ihtiyacımız olduğunu bize anlatmaya başladı. Büyük ihtimal bir çok kişi üzerinde denenmiş, başarılı olunmuş bir rota verildi elimize, “hadi sıra sende” dendi sessizce. Yine de ben, ölüme meydan okuyan Kral Alobar gibi kendisi olmaya heves edenlerden oldum. “ İlle sizin yolunuzdan gideceksem de, kendim istediğim için gideceğim ” diye kafa tuttum. Kendimce. Cansiperane korudum hayallerimi, isteklerimi, özlemlerimi, tutkularımı. Sonra mı? Sonrası kolay oldu. “ Nereye gitmek istediğini bilirse insan, dünya kenara çekilip ona yol verirmiş ” der David Starr Jordan. Yokuşları da oluyor, çamurlara da batırıyor, düşürüp düşürüp dizlerini de kanatıyor, ama olsun, kendi yolundan gideni ayrı bi

Amy'den kalanlarla

Yaşamak bazen çok acıtıyor. Kaçıp gitmek, dahası eriyip kaybolmak istiyor insan. Bırakın çözüm bulmayı, varolmak bile insanın içinden içinden gelmiyor. Sezen Aksu’nun dediği gibi “bildiğin çektiğine yetmiyor”. O zaman işte açıp bakabilirsen, bir kitap, bir film, bir şarkı, bazen sahiden de iyi geliyor. Nasıl yaşıyorlarsa bazı insanlar, alıp senin içindeki düğümleri tek tek açabiliyorlar. Amy Winehouse, o insanlardan biri olmuştur sanırım birçoğumuz için. Nasıl bir yetenekse, o son derece kişisel, kendine özgü hikayelerini, hepimizin yüreğine dokunacak şekilde kaleme dökebilmiş. Amy belgeselini izledikten sonra ise, insanın içine bir yumru oturuyor. Her iyi filmden sonra, bir süre hikayenin etkisinde kalır, günlerce üstüne düşünürüm, ama vakit geçtikçe hayal ürünü olan bir metaryelin içinde yaşamanın mantıklı olmadığına kendimi ikna ederim. Peki ya bunun gibi gerçek hayat hikayeleri ne olacak? Nasıl atacağım içimden o yumruyu dışarı? Amy sanki bizlere bir iki önemli birşey

"Tuhaf" bir his benimkisi

Hisleri tanımlamayı, sonra onları belli kavanozlara koyup, üstlerine etiketler yapıştırmayı, raflarda uzun süreli muhafaza etmeyi istiyor kimileri. Ama keşke bu kadar kolay anlayabilse insan bazen ne hissedebildiğini. O zaman başkalarına sormak zorunda kalmadan, tardedebilirdi insan tasasını, derdini. “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela” diyor ya Nazım’ın şiiri; onun gibi büyük bir ciddiyetle de dinlemeli bence insan kendini. Ha sonra da oturup üstüne şaka yapabilmeli, kendi ile dalga geçebilmeli. Çok ciddiye almalı yani eğlenmeyi.  Bir arkadaşım bir keresinde, ne düşündüğünü anlayabilmek için resim yaptığını, ortaya çıkan esere bakınca içinde neler döndüğünü anladığını söylemişti. Bana da yazarken olur öyle. Zaten bu değil mi oyunların, kitapların, şarkıların şehvetengizliğinin sebebi?  Bu hafta Frida Kahlo’nun o yalın ve etkileyici satırlarının arasında gördüm kendimi. “Dünyadaki en garip insan olduğumu düşünürdüm. Ama sonra

Keyif

Londra, 2015 Asude bir hayat bu benimkisi. İstemezsem çalışmıyorum. Dönüp dursa da dünya, içimden gelmiyorsa ben duruyorum. Balkonumda oturuyorum. Böceklere bakıyorum, kuşları dinliyorum. Ağaçlara dalıp, yıllarca kapris yapmadan, “benim yapraklarım seninkinden daha güzel” demeden nasıl yanyana durabildiklerine hayret ediyorum. “Ben tam kendime göre, ben tam Dünya’ya göre” diyen Turgut Uyar’ın mısralarını okuyorum. Kelimelerin anlamlarından bağımsız, ne kadar güzel duyulabildiklerini anımsıyorum; mutlu oluyorum. Asude bir hayat bu benimkisi.  İstemezsem konuşmuyorum.

Mektup var! Bir sana bir bana.

Rotterdam, 2013 Öyle  bir yol seç ki kendine, en küçük taşları bile sana özgü olsun. Hani istemiyorsan ölme mesela, Parfümün Dansı’da sırf canı istemediği için ölmeyen Alobar gibi. İlle öleceksen de kendi istediğin gibi öl. Daha da iyisi, yaşarken istediğin gibi yaşa. Ama, yaşarken ölme mesela. Bence en kötüsü o, eğer birisi fikrimi soracak olursa. Çık çıkabiliyorsan bulunduğun o odadan. Gir bak bi’ diğer odalara. Hepsinin penceresi ayrı, hepsinin penceresinden görülen manzara ayrı. Bak o pencerelerden bir bir dışarıya. Zordur başta, ama gitgide daha çok keyif alıyorsun, bir kez tadına vardıktan sonra. Bak göreceksin o zaman, ekşi bir his bırakacak zamanla “Şuna bak ya, ne anormal” demenin verdiği tad ağzında. Bir gün postane kuyruğunda beklerken, altında slip beyaz iççamaşırından başka birşey olmayan, gömleğinin tüm düğmeleri açık, saçları uzun bir adam görüp, gülümse hakeza. Teşekkür et: Ya birilerinin yüzümüze yüzümüze attığı bu tokatlar da olmasa? Delilikse bunun adı, ö

Eurovision 2015 ve Viyana

Emerson “Eylemlerinizde çekingen davranmayın, hayat dediğiniz bir deneyler bütünüdür” dediğinde, ben geçtiğimiz haftasonunu henüz yaşamamıştım. Eurovision, çok yakınlarıma, Viyana’ya gelmişti; günlerden Perşembe olmuştu; benimse içimdeki iki ses hala birbiri ile kavga ediyordu. Biri “Kalk gidelim, herkes orada, eğlence orada, çocukluk hayalin orada” diye taklalar atıyordu, diğeri ise “Başlatma çocukluk hayaline; tonlarca iş burada, az para burada, oturup kara kara geleceğini düşünme burada” diye söyleniyordu. Biraz zor oldu, ama bir şekilde iki sesi uzlaştırmayı başarıp, çamaşırlarımı makineye attım ve Sevnur’u aradım. “Sevnur, yarın sabah Viyana’ya gidelim mi?” “Olur.” “Ama param yok?” “Benim de yok. Ama bu haftasonundan kazanacaklarım, akıl sağlığım için elimdeki son 100 Euro’dan daha faydalı olabilir.” “Hmm, doğru. Çok para harcarsak, bir süreliğine yemek yemeyi, saçlarımı kestirmeyi ve çamaşırlarımı yıkamayı bırakabilirim.” “?!?!” Bir saat içinde, Airbnb sayesin

Buble'ye söyleyin, ben de iyi hissediyorum!

"Hadi kalk, gidiyoruz, bir değişiklik lazım bize!" diye başladı içimdeki birisi. "Dur ya, iyiydik böyle, nereye gidiyoruz?" dedi ötekisi. Başladılar böylece dalaşmaya bu ikisi. Kanlı bıçaklı, sanırım var bir iki senesi. Ben genelde deli olanın tarafını tutarım, ama bu güven-olmayanlar bazen yarı yolda bırakıp kaçarlar; sonra bana kalır kalbi-hızlı-çarpanlar, bi de geceleri-uyutmayanlar. Ama diğer taraftan, baksam bir kendi kısa tarihime, sorsam kendime, hangi işlerin göğsünü kabartıyor diye, bakarım hepsi yine o delinin başının altından çıkanlar. Bu sebepten topladım bavulumu, gidiyorum kimbilir kaçıncı kez "belirsiz" denen o yere. Bu sefer kulağımda "Feeling Good", ağaran yeni günün, başlayan yeni hayatın şerefine. Şerefinize! Sezgin