Ana içeriğe atla

I felt sLOVEnia



İnsanın en büyük ilhamı yine insan.  Ne kadar temas ederse birbiri ile o kadar bütünleşiyor evren ile.  Bundan olabilir seyahat etmeyi, yeni diller öğrenmeyi, trende sohbet etmeyi seviyor olmam.
Fiziken bana çok uzak olmasa da, kültürüyle, diliyle, tarihiyle hakkında -önceden- yeterli bilgiye sahip olmadığım için bana Hindistan'dan daha uzak gözüken Slovenya'ya seyahatim, tam da bu sebepten ruhuma çok iyi geldi.
Neler yaptım da iyi geldi? Mesela,
- Misafiri olduğum okulun dans eden, şarkı söyleyen, yemek pişiren, duvarları boyayan, tiyatro yapan harika öğrencilerini izledim. O kadar etkilendim ki gözlerim doldu.  Bu yeteneklerin aslında her yerde olduğunu, ama insanların içlerini dışlarını çıkartmanın marifet olduğunu bildiğim için, okulun eğitmenlerini yürekten tebrik ettim. Nuri Bilge Ceylan'ın tanımladığı gibi 'benim yalnız ve güzel ülkemde' de böyle yetenek keşifleri çoğalsa, öğrenciler öğretmenlerden korkmasa, nice cevherler orataya saçılsa diye düşündüm.
- Danimarka'lı bir okul müdürü ile sohbet etme fırsatı oldum. Aynı zamanda psikolog ve akademisyen. 5 çocuğunun üçünü Etiyopya'dan evlat edinmiş. Hikayesini dinlemeye doyamadım, tadı damağımda kaldı. "Seni öğrencilerle müzik çalışmaları yaparken izledim, bu çocuk bu iş yaratılmış diye düşündüm, ne kadar güzel bir yolda ilerliyorsun" dedi, ben yine dolan gözlerimi durduramadım. Hiç tanımasam da hikayesi sebebiyle kendime yakın hissettiğim, benim gibi müzisyen olan kızına selam yolladım. Selamlar zaman, mekan tanımaz, çantada, bavulda ağırlık yapmaz, uçar, taşar, konar her yere nasılsa.
- Zaman makinesine bindim, 1950 yılına ışınlandım. Sovyet Rejimi döneminde bir okulu ziyaret ettim. O dönemden bir öğretmen geldi, biz sınıfta küçük sandalyelerde, elimiz arkamızda, omuzlarımız dik pozisyonda onun anlattıklarını dinledik. Sorduğu soruyu bilemeyenler ceza aldı, benim payıma ise mandolin benzeri bir enstrüman çalmak düştü. Sonunda da karnemizi aldık, sınıfımı geçtim, sevindim!
- Pidelerine "pogaca" diyorlar, restoranlarda Türk kahvesi yapıyorlar, şaşırdım, gizlemedim. Sonra dinledim, okudum, Slovenya Osmanlı'lar zamanı çok çekmiş, ama ben bunu "nedense" tarih derslerinde hep kaçırmışım, onu farkettim.
- Organik bal aldım, leziz şaraplar tattım.
- Sloganları "I feel sLOVEnia" imiş, insanları kültürlü, şarapları güzel, şehirleri sakin ve huzurlu imiş, bunları gördüm. Hırvatistan sınırına yakın durdum, yemek yedim, karşı ülkeye el salladım. Çok yağmur yağdı, bizim 'Güney Kıbrıs Türk Cumhuriyeti' , ingilizce konuşanların 'Cyprus' dedikleri ülkeden meslektaşımı şemsiyemin altına davet ettim. Ben oradan ayrılmadan önce eşi bana sarıldı, "ne zaman istersen bizi ziyaret et, bırak politikacılar kendi işleri ile uğraşsınlar, biz seni çok sevdik' dedi, siz anladınız, bu sefer içimde yağdı yağmur, gözlerimi şemsiyemin altına davet ettim. Nasıl sinsice çizmişiz o çizgileri kalın kalın dünyaya, toprağa baksan gözükmüyorlar ama, içten içten acıtmışlar canımızı hep dedim.
İşte Slovenya böyle böyle böyle dedim. Seni çok sevdim.  İyi bak kendine, bana da beklerim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina

DOT Marsta - Pornografi

Tiyatro eleştirmenliği haddime düşmez, ama uzun bir aradan sonra önceki akşam izlediğim Dot'un Pornografi oyunu beni kendime getirdi. Özlemişim böyle insanın suratına bi tane indiren oyunlar izlemeyi. Bu tarz oyunlar normalde bana ağır gelir, bedenim oyunun sonuna kadar salonda kalsa da, aklım çoktan salonu, hatta semti terketmiş olur. Ama bu öyle olmadı. Her şeyi pür dikkat dinledim, herkesi, her hareketlerini pür dikkat izledim. Ya çok iyilerdi, ya ben tiyatroyu çok özlemiştim. Ya da her ikisi de. Daha fazla saçmalamadan, BURAYA tıklayarak veya biraz daha aşağı inerek oyun hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olabileceğinizi söyleyim, ve bu güzel Pazar akşamına noktayı koyim. Herkese iyi haftalar.. PORNOGRAPHY / PORNOGRAFİ İLK OYUN 19 KASIM 2009 Yazan: SIMON STEPHENS Yöneten: MURAT DALTABAN Çeviren: PINAR TÖRE Oyuncular: EMEL ÇÖLGEÇEN , EMRE YETİM, BERRAK KUŞ, CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, UMUT KURT, GİZEM ERDEM, HAKAN MERİÇLİLER, İPEK BİLGİN 2 Temmuz 2005 LIVE 8 KONSER

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Yeni Şarkım 14 Şubat (Sırtım Ağrıyor) ve Hikayesi

Adı üstünde Sevgililer Günü ve o günün omuzlarımıza bindirdiği yükler sebebiyle ağrıyan sırtlarımız hakkında bir şarkı 14 Şubat/Sırtım Ağrıyor. Sinsi sinsi içimizi kemirip yanımıza yatan, bizi bile uyutan ama kendileri uyumayan canavar düşüncelerimiz de var içinde; birilerinin doğurduklarını hiç acımadan doğrayan caniler de. Yani aslında çok da neşeli bir şarkı değil. Fakat şarkıyı sahne performansı çok şen şakrak geçti. Gülenler ve kahkaha atanlar çok bol oldu, bir yerde dayanamayıp ben bile sözlerin ortasında gülmeye başladım. Sebebini bilmiyorum. Sanırım sadece benim kafamın içinde döndüğünü sandığım deli saçma cümlelerde birşeyler buldu dinleyenler kendilerinde o gün. Çok da güzel oldu. Benim içinse hafif komik olan birkaç durum daha vardı. Bunları paylaşmak istiyorum. Çok sevgili gitarist arkadaşım Manuel Stübinger’den bu şarkıda bana gitarla eşlik ederken ayrıca loop station da kullanmasını rica etmiştim. Bilmeyenler için ne olduğunu söyleyelim. Sesinizi veya çaldığ