Ana içeriğe atla

Kayıtlar

kisisel etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Kimsin Sen?

‘Sen kimsin?’ sorusunun ‘ismim, işim ve yaptığım şeyler’ olmayan cevabını arıyorum bugünlerde. Hatta Facebook’ta da sordum arkadaşlarıma. Çok güzel yanıtlar geldi. ‘Ağacım’ diyen de çıktı, ‘yolların buluştuğu yere giden birisiyim’ diyen de. Sonra acıları düşünüyorum. Hüzünleri, depresyonları. Kendimi arayıp da bulamadığım geceleri. Ya da bulduğum cevapları beğenmeyişlerimi. Hayat bize ne anlatmaya çalışıyor? Bugün arkadaşım Işıl beni ziyarete geldi, ve onun podcast’i ‘Unique Lives Unique Careers’ için çok güzel bir kayıt yaptık. Onunla da aynısını konuştuk. Hep kendimizin olabildiği en üst mertebesini yansıtırken karşımıza; eksiklerimizi, üzüldüklerimizi, başaramadıklarımızı pek anlatmıyoruz. Halının altına süpürdüğümüz tozlar gibi öteliyoruz. Bizi tanımlayan şey ne? İşimiz? Başardıklarımız? Yaşadıklarımız? Yaşattıklarımız? Ünvanlarımız? Onların hepsi yaptığımız yerde kalıyor sanki biz yürürken. Bizimle beraber yürümüyorlar. O yüzden o yolda “başardığımız, yaptığımız, yaşadığımız, yaş...

Travma Nedir?

Hangisi daha üzücü? Dillerini doğru düzgün bilmediğim insanları anlamak için sarfettiğim delice efor mu, aynı anadili paylaştığım insanları ne kadar uğraşsam da anlayamamam mı? Nereye aidim? Hangisiyim? Deniz miyim, göl müyüm? Dağ mıyım, saray mıyım? Orada sizden, burada onlardan mıyım? Bu kadar hissetmesem o kadar yorulmaz mıyım? Bir de ben nerede yaşlanacağım? Beni bırakın yazıp duracağım. Konuşamadıklarımın hepsini kafiyelerle kusacağım. Ne kadar boş insanlar olduğunuzu çaktırmadan anlatacağım. Siz makyajlarınızı yapın, maskelerinizi takın; ben daha bir duş alacağım. Lütfen beni beklemeyin, yemeye başlayın; ben önce biraz kusacağım. Tüm aktivistleri iyi, tüm psikologları dertsiz, tüm beyaz saçlıları yaşlı sandığım zamanlar vardı. Ama artık büyüdüm. Peki bu içimdeki duygu fırtınası? İyiyken kötü. Kötüyken iyi. Kötüyken daha da kötü. İyiyken çamur gibi, bok gibi, sümük gibi. Biliyor musunuz bu hissi? Ben ergenliğimi özledim. Annemle babamın salonda çayı karıştırma sesini dinlerken h...

Filin Üstündeki Adam

Değişimi kabul etmek ve ilerlemek gerekiyor. Deniyoruz, yanılıyoruz, kaybediyoruz. Bunlar sayesinde kendi otantik halimize bir adım daha yaklaşıyoruz. Depresyon mesela insana çok şey öğretiyor. “Çabuk git, gözüm görmesin seni” diye uzaklaştırmak ya da “Hayır, sen yoksun, her şey yolunda” diye görmezden gelmek yerine, bir çay demleyip oturup söyleşmek gerekiyor kendisiyle. Bunu yapmayı başarırsam genelde bana “Hayatında birşeyleri değiştirmen lazım” diye öneriler getirdiğini duyuyorum. Bazen hak veriyorum. Hayatımda istiyormuş gibi görünüp aslında istemediğim şeyler olduğunu farkediyorum. İş. Aşk. Arkadaş. Para. Hobiler. Fobiler. Kelimeler. Kelimemeler. Memeler. Ama bazen de gereksiz yere panik yaptığını düşünüyorum. O zaman da düşünce sistemimde hafif değişiklikler yapmam gerekiyor. Yatışıyor. Zaten hayat kendimize anlattığımız hikayeler bütünü değil mi?  O hikayelere inanmamız gerekiyor, hepsi bu. Hikayeler pratikle örtüşmediğinde kafamızın içinde şeytanların sesi yüksel...

2018 Biterken

2018 bana iyi davrandı. Harika insanlar tanıdım. Hiç gitmediğim ülkelere gittim. İlk albümüm çıktı. Kitabım çıktı. Konuşmalar yaptım. Radyolara çıktım. Hepsi için hayata minnettarım. Peki ben olmak istediğim kişi olabildim mi? Kendimle gurur duyuyor muyum? Çok şey başardım mı? (Ve başarı önemli mi?) Bazen evet, bazen hayır. Bazen hayal ettiklerimden daha fazlası olduğumu düşünüyorum, bazense yanına bile yaklaşamadığımı. Belki de normal olan budur, bilmiyorum. Ama denemeye devam ediyorum. Kendimi dinlemeye devam ediyorum. Üretmeye, paylaşmaya, devam etmeye devam ediyorum. Hatalar da yapıyorum. Yabancı dil öğrenenlere tavsiye olarak “hata yapmaktan kaçmanın en garanti yolu susmaktır” demiş Ulrike Arras. O yüzden kusurlu olmak için iznimiz var. Ya da sonsuza dek susmamız gerekiyor. Ben hayatı, “kaçırırsam tekrarını vermeyecekler” enerjisiyle yaşamayı seviyorum. Dolu dolu sarılmayı. Kana kana içmeyi. Sıkı sıkı kucaklamayı. “Üretmeden durduğumda hayatı haketmiyorum gibi geliyor” diye y...

İstanbul Demek

Hayallerim büyük, bavulum küçüktü. Sığamadım bu şehirlere, dayanamadım ATM kuyruklarında beklemeye, gönül koydum süt içip süt içirenlere. Sadece kulağımda müzik, aklımda hikayeler varken katlanabiliyordum ben sizlere, omzunda gül olan assolistlere ve yeşil dağlardaki beş yıldızlı tesislere.  Sen gezip, öğrenip, kendini geliştirdikten sonra onların ilk soruları şu olur: “Askerlik n’oldu?”. Kendine biraz renk, biraz bilgi katarsan arkandan söz olur: “O evlenmedi mi hala, n’oldu?” Bandırma Erdek arası yanındaki dövmeliye seferin ne kadar süreceğini sorarsın, kafasını döndürmeden cevap verir: “15-20 en fazla, n’oldu?” Kendimi ya Boğaz’da teknede caz dinlerken ya Ümraniye’de otobüs beklerken buluyorum. Farkediyorum ki benim de kafam çok karışıyor. Pardon, biz iki çay söylemiştik, onlar n’oldu? Zaten İstanbul demek karmaşıklık demek. Ucundan ucuna giderken ülke ülke gezer gibi hissetmek demek. İstanbul demek sıradaki vapur gelene kadar 10 dakika varsa hemen bir yerlerde çay içe...

Düşünme.ler.

Düşünme.bir. Bugünün katilleri, çocuk tecavüzcüleri, hayvan eziyetçileri dünün çocuklarıydı. O yüzden derdimiz dünyadan bu insanları azaltmaksa çözüm idam etmek değil, o çocukları baştan hiç doğurmamak olmamalı mı? Ülke olarak kafamızı ellerimizin altına alıp "Neden bu olayları biz yaşıyoruz, misal Danimarka değil?" diye düşünmek olmamalı mı? Madem derdimiz birşeyler değiştirmek, önce kendimizden başlamamalı mı? Çocuğumuz olmasa da hepimiz en az 3 çocuk geliştirme ve psikoloji kitabı okuyarak başlayalım işe mesela. Alanis Morissette’in I Was Hoping şarkısının MTV Unplugged versiyonunu dinleyelim ve kendimize soralım: Özümüzde kötü müyüz? İyi ve kötü, doğru ve yanlış var mı? Empati sınırlarımız nerede başlıyor, nerede bitiyor?  Düşünme.iki. Geçtiğimiz aylarda gittiğim Romanya seyahatinde, kaldığımız evde kafesin içinde bir kuş vardı. Onun sabahları uzun uzun şakıması içime oturdu. Kafesteki kuş. Nasıl bahtsızsın sen böyle? Ne yapsam ben seninle? Bıraksam uçsan gö...

Amigdala Rapsodi

Önce kızıyorum, sonra geçiyor. Fırtına yerini durgun sulara bırakıyor. O zamanlar daha çok seviyorum seni. Ama gel gör ki bu hayat beni zaman zaman yoruyor. Gölde kano ile giderken üstüme su fışkırtıyor. “Ben seni istemiyorum” dersem içimde bir yerler ağlıyor. “Sen ağlama dayanamam” deyince de boğazına kuvvet bağırıyor.  Ne zaman beraber yürüsek sen durup bir çiçeğe bakıyorsun. Beni dinlemediğin için kızıp laflarımı yanında bi sakinleştirici ile yutuyorum. Sonra hatırlıyorum, her şey amigdaladan. Primitif amigdalalardan. Beni korumaya çalışırken paraşütlerimi elimden alanlardan. Siz bırakın beni, yaşıyorum bir şekilde. Peki ya ne yapsak o boğazlarına basılan kedilerle, bacakları kesilen köpeklerle ve sütleri ellerinden alınan ineklerle? Sevmek dokunmak değil mi? O zaman biraz dokun ki sevdiğin belli olsun. Ama tiyatroma dokunma, konservatuvarıma dokunma, sanatıma dokunma. Zaten bebek hala ağlıyor, uçak inemiyor, yemeğim gelmiyor. Bana dokun ama keyfime dokunma. Bebeğin sesi...

Hayvanlar Alemi

Artık sosyal medyamı kontrol ederken hayvan resimleri görmekten korkuyorum. Bacakları kesilmiş masum bakışlı köpek, tecavüze uğramış kedi, mezbahadan kaçan inek. Bunları gördükçe hayvanlardan insan olduğum için özür dilemek istiyorum. Ne kadar utansam o köpeğin bakışlarını aklımdan çıkarabilirim? Ne kadar üzülsem o tecavüze uğrayan kedili haberi gördüğümü unutabilirim? Ne kadar hayvan yemesem bir yılda yemek için kesilen hayvan sayısını aklımdan çıkarabilirim? Cevap basit. Hiçbir zaman.  En son olayların hepsinden çıkarabileceğim bir pozitif sonuç varsa, herkesin aklına, kalbine, diline “hayvan hakları” teriminin biraz daha yerleşmiş olması.   Bu güzel birşey. Ama nerede başlıyor ve nerede bitiyor bu haklar? Köpeğe saygılı olduğumuz kadar hamamböceğine de saygı duyuyor muyuz? Karıncayı incitmediğimiz kadar örümcekleri de umursuyor muyuz? Kedileri yemediğimiz kadar inekleri, kuzuları, keçileri de kolluyor muyuz? Sahiden hayvan haklarından mı konuşuyoruz yoksa sadece...

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Neydi Adı?

Çok hüzünlü, buruk, ağlayan bir mide ile uyandım bu sabah. Neydi bunun adı? Uykusuzluk? Çok çalışma? Stres? Ev özlemi? Çocukluğumu gördüm rüyamda. Kadıköy’deki evimizi. Ailemizin bir parçası gibi gördüğümüz üst kat komşularımızı. Ne güzeldi komşuluk Kadıköy’de. Okuldan eve gelince annem evde yoksa üst katın zilini çalar; annem gelene kadar Cemile Teyze ile otururdum. Ne annemin ne de Cemile Teyze’nin cep telefonları olmadığı için, annemin nerede olduğundan tam emin olmazdık. Ama dert edilmezdi; ya market alışverişinden dönmek üzereydi, ya anneanneme uğramıştı, ya da önemli bir işi vardı. Zaten pamuk saçlı Cemile Teyze ile sohbet etmek de çok keyifliydi. Sonra yaz tatillerinde annemle geç uyanmalarımız vardı bizim. Erken kalkmayı sevmezdik; keyif yapardık 11’lere kadar. Bazı günler kalkıp Sabah Şekerleri’ni seyrederdim. Murat Başoğlu’nun linç edilmediği, nefretimizi tweet atmak yerine, sevgimizi faks çektiğimiz dönemlerdi. Özlem Tekin konuk olmuştu bir keresinde, daha ilk albümünün ...

Yılbaşı değil Yıldeğişimi

Yılbaşının bir çok anlamı olmuştur benim için. Başlangıçlar, hayaller, planlar, kararlar, umutlar. Sadece yeni yıldan değil, yeni yıla girilen akşamdan beklentilerim de büyük olmuştur. Çok gülmeli, çünkü gülmek beynimize mutlu olduğumuz mesajını gönderir. Çok içmeli, çünkü hayatın bizi savurduğu yerleri, olamadığımız kişileri, çöpe attığımız hayallerimizi başka türlü unutamayız hızlıca bir gecede. Çok güzel planlanmalı, çünkü es kaza da olsa sıkıcı bir partiye denk gelmemeliyiz. Çok eğlenmeli, çünkü yeni yıla nasıl girersek tüm yıl öyle geçer. Yılbaşı akşamlarının getirdiği yüzeysellik ve sürekli çok eğleniyormuş gibi yapmak beni hep rahatsız ediyordu ve yoruyordu. İçe dönük (introvert) bir insan olarak, uzun zamandır hayalimdeki yılbaşında sadece sessizce oturmak ve meditasyon yapmak vardı. Fakat ilişki, seyahat ve ortak planlar gereği son birkaç senedir buna fırsatım olmadı ve kendi sınırlarımı (pek de farkında olmadan) zorladım. Biz içe dönükler genelde azınlık olduğumuz,...

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina...

"Benim içimde yeni bir heves var canlarım. Kendim olma hevesi." *

Hayallerini bulup, onların peşinden koşmak, bir televizyon dizisi sloganından fazlası olmalı. Hem zaten bu gürültünün, hengamenin ve mugâlataların ortasında öncelikle ne istediğini bulmak da zor iş. Çocukken öyle değildi. Sonra ne olduysa herkes, bizi bizden iyi bilircesine, neler istediğimizi, neye ihtiyacımız olduğunu bize anlatmaya başladı. Büyük ihtimal bir çok kişi üzerinde denenmiş, başarılı olunmuş bir rota verildi elimize, “hadi sıra sende” dendi sessizce. Yine de ben, ölüme meydan okuyan Kral Alobar gibi kendisi olmaya heves edenlerden oldum. “ İlle sizin yolunuzdan gideceksem de, kendim istediğim için gideceğim ” diye kafa tuttum. Kendimce. Cansiperane korudum hayallerimi, isteklerimi, özlemlerimi, tutkularımı. Sonra mı? Sonrası kolay oldu. “ Nereye gitmek istediğini bilirse insan, dünya kenara çekilip ona yol verirmiş ” der David Starr Jordan. Yokuşları da oluyor, çamurlara da batırıyor, düşürüp düşürüp dizlerini de kanatıyor, ama olsun, kendi yolundan gideni ayr...

Keyif

Londra, 2015 Asude bir hayat bu benimkisi. İstemezsem çalışmıyorum. Dönüp dursa da dünya, içimden gelmiyorsa ben duruyorum. Balkonumda oturuyorum. Böceklere bakıyorum, kuşları dinliyorum. Ağaçlara dalıp, yıllarca kapris yapmadan, “benim yapraklarım seninkinden daha güzel” demeden nasıl yanyana durabildiklerine hayret ediyorum. “Ben tam kendime göre, ben tam Dünya’ya göre” diyen Turgut Uyar’ın mısralarını okuyorum. Kelimelerin anlamlarından bağımsız, ne kadar güzel duyulabildiklerini anımsıyorum; mutlu oluyorum. Asude bir hayat bu benimkisi.  İstemezsem konuşmuyorum.

Buble'ye söyleyin, ben de iyi hissediyorum!

"Hadi kalk, gidiyoruz, bir değişiklik lazım bize!" diye başladı içimdeki birisi. "Dur ya, iyiydik böyle, nereye gidiyoruz?" dedi ötekisi. Başladılar böylece dalaşmaya bu ikisi. Kanlı bıçaklı, sanırım var bir iki senesi. Ben genelde deli olanın tarafını tutarım, ama bu güven-olmayanlar bazen yarı yolda bırakıp kaçarlar; sonra bana kalır kalbi-hızlı-çarpanlar, bi de geceleri-uyutmayanlar. Ama diğer taraftan, baksam bir kendi kısa tarihime, sorsam kendime, hangi işlerin göğsünü kabartıyor diye, bakarım hepsi yine o delinin başının altından çıkanlar. Bu sebepten topladım bavulumu, gidiyorum kimbilir kaçıncı kez "belirsiz" denen o yere. Bu sefer kulağımda "Feeling Good", ağaran yeni günün, başlayan yeni hayatın şerefine. Şerefinize! Sezgin

Teşekkür etmek istiyorum

Son günlerde öyle hikayeler dinledim ki, ne kadar az minnettar olduğumu farkettim. Dört kez kanser geçiren, dişlerini, göğüslerini, bacağından bir et parçasını, saçlarını, büyük ihtimal bir de onurunu kaybeden, ama hayata bağlığını kaybetmemiş bir annenin çocuğu F, Önce hafızasını, sonra görme yeteneğini kaybetmiş babasına yardım etmeye çalışan, fakat üvey annesi yasal hakları elinde tuttuğu için elleri kolları bağlanmış, ne yapacağını bilemeyen D, Ve geçirdikleri trafik kazası sonucu annesi ömür boyu engelli kalan, babasını erken yaşta kaybeden, 10 yaşından beri yetişkin, kendi yolunu çizerken annesinin yanında olamamış, biraz da içten içe bunun suçluluğunu yaşayan K. Oturup hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Hayat kimilerine bu kadar zorken, kimilerine neden hiç dokunmuyor, sormak istiyorum. Her fırsatta ortalıklara attığım her bir “Hayat zor” lafı için kendimi tokatlamak istiyorum. İşi gücü bırakıp, tüm enerjimi gönüllü işlere ayırmak istiyorum. Yeni okuduğum...

Serzenişler I

1.1. Zor dostlarım zor. Bir taraftan “akıntıya karşı kürek çekmeyeceksin, her şeyi kabulleneceksin, suyla beraber yüzeceksin”, diğer taraftan “sana verilenlerle yetinmeyeceksin, bazen dikine gideceksin, savaşacaksın, elde edeceksin” diyor bana bu dünya. “Aşk en değerli şey, çok sev, muhabbet et, uğruna her şeyi feda et” diyor önce, sonra aralara dağlar, bayırlar, okyanuslar sokuyor, hadi bakalım, kim artık işin içinden sağ çıkabilirse. Hafif hafif dalga geçiyor, içimdeki duyguları alıyor, ince ince soyuyor, yumuşak yumuşak karıştırıyor, tane tane önüme diziyor, “ayıkla hadi pirincin taşını” diyor. “Kafan karışsa da, dilin tutulsa da, miden bulansa da, çıkarı yok, yürüyeceksin bu yollarda” diyor. “Biraz daha ipucu ver” diyorum, “bilim var, sanat var, felsefe var, sen varsın, beni uğraştırma” diyor. Zor dostlarım zor. 1.2. Dedim ki sevgili E., neden zorundayız sevmeye, sevilmeye, sonunda evlenmeye? Neden her şey iki kişilik? Ne ara yalnız olmak, başarısızlık ölçütü oldu biz düny...

30 yaşa erken mektup

Sevgili 30 yaş, Eğri oturalım doğru konuşalım. Vaktimiz azalıyor, kozlarımızı paylaşmak için önümüzde bir sene kaldı hepi topu. Gel biz seninle uslu uslu, yavaş yavaş pazarlığımıza başlayalım. Hem oturup üstünde düşünecek vakit olsun. - Kalan saçlarımı artık bana bırak. Ha yok onları ille alacaksan, çıkan göbeğimi  ve sivilcelerimi de götür lütfen beraberinde. -  Kafa karışıklıklarım ve yüz kırışıklarım senin olsun. Yerine bol bol yaratıcı fikirler getir bana. - Elimde biraz cesaret stoğu var, ama ileride daha deli işlere kalkışırım ederim, 'artık yaşlandım edemem' derim, sen iyisi mi bi parti de ondan bırak bana. - Gezgin olmaktan yorulmadım, yorulmam da. Sen yeterki her gittiğim yerde heyecanlanacak birşeyler bulan ruh halimi aman ha elimden alma. Onun yerine sürekli plan yapan, kaygılanan, zihni meşgul olan adamı verim sana. - 30 yaşın bilgeliğini ver de, aman ha hantallığını verme bana. - Biz insanlık anlaması, çözmesi zor bir tür olmuşuz, sen iyisi mi bo...

Uğra arada

Sana diyim, içimden yol yol haritalar geçiyordu, kalamadım, çıktım evimden. Biraz yürüsem, sağa sola baksam, içim açılırdı belki yeniden, ama duramadım, en az 5 tur koştum ben. Aşk dedim, kapısını çaldım, bir öğlen vakti güneş tam tepedeyken. Pek bi güzel seviştik onla, sohbetine doyamadım, çilekli turta yedim ellerinden.  O dedi, 'kimileri unutuyor arada'  tam ben oradan çıkarken. 'Ben hep evdeyim oysa, uğra ne zaman istersen' Uğrayacağım.

hamurcu insanlar

Venedik, 2011 Kimi insanlar var hani, üretip duruyorlar, hayatı bazen nota nota, bazen kelime kelime, bazen çizgi çizgi olarak algılayıp, geçtikleri yerlere irili ufaklı şeyler bırakıyorlar; oyun hamuru gibi. O hamurlar elden ele geziyor hani, kişi kişi el değiştiriyor, kimine ilham oluyor, kimine gözyaşı bırakıyor, sahip tanımıyorlar. Dur durak bilmeyen hamurcu insanlar onlar, hani her geçtikleri yere bir iz, bir koku bırakıyorlar, yine de dönüp arkalarına bakmıyorlar, "neler yapmışım, bi topliyim, şunların tadına bakayım, kendime hayran olayim" demiyorlar. İşte ben o insanlara gıpta ediyorum.