Hayallerim büyük, bavulum küçüktü. Sığamadım bu şehirlere, dayanamadım ATM kuyruklarında beklemeye, gönül koydum süt içip süt içirenlere. Sadece kulağımda müzik, aklımda hikayeler varken katlanabiliyordum ben sizlere, omzunda gül olan assolistlere ve yeşil dağlardaki beş yıldızlı tesislere.
Sen gezip, öğrenip, kendini geliştirdikten sonra onların ilk soruları şu olur: “Askerlik n’oldu?”. Kendine biraz renk, biraz bilgi katarsan arkandan söz olur: “O evlenmedi mi hala, n’oldu?” Bandırma Erdek arası yanındaki dövmeliye seferin ne kadar süreceğini sorarsın, kafasını döndürmeden cevap verir: “15-20 en fazla, n’oldu?” Kendimi ya Boğaz’da teknede caz dinlerken ya Ümraniye’de otobüs beklerken buluyorum. Farkediyorum ki benim de kafam çok karışıyor. Pardon, biz iki çay söylemiştik, onlar n’oldu? Zaten İstanbul demek karmaşıklık demek. Ucundan ucuna giderken ülke ülke gezer gibi hissetmek demek. İstanbul demek sıradaki vapur gelene kadar 10 dakika varsa hemen bir yerlerde çay içebilmek demek. Çay demek, hayattan kısa bir mola demek. İstanbul demek, vapurdan önce kapıları açan görevlinin “Karaköy“ diye bağırması demek, yukarıda yer kapmak için aceleyle vapura binmek demek, denizin üstünde toplu taşıma olduğu için mutlu olmak demek. Çocukluğum demek Kadıköy demek. Kadıköy demek kedi demek. Kedi demek çocukluğum demek. Çocukluk demek biraz mutluluk biraz travma demek. İstanbul demek kafa karışıklığı demek. Sadece Asya Avrupa arasında değil; dönemler, felsefeler, hayat tarzları arasında da kalmışlık demek. Senden başka olana “karşı taraf” demek. Ne zaman ziyaret etsen biraz kirlenmek demek. Çok sevdiğin bir arkadaşının kötü yönlerini tatlı tatlı eleştirmek gibi söylenmek demek.
“Çok iyisin ama bir de kalabalığın olmasa?”
“Şu yeşilini de bi korutsaydın arkadaş.”
“Biraz kızgınsın seni de anlıyorum. Bi’ gidip uzansan mı biraz sen?”
İstanbul demek, susmamak demek.
Yorumlar