Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

I'm a Turkish Man in Munich

Kahve yerine çay alan, yanında ille de bir tost olsun isteyen Sting'in English man in New York şarkısındaki kadar bir "alien" ım ben de burada, Münih'de. Alien demek, hem uzaylı demek, hem yabancı demek. Uzaylı deyince aklımda canlanan  E.T. resminin artık yabancı deyince de kafamda belirmesi bence çok komik. Hepimiz birer E.T. 'yiz yurtışında böyle düşünürsek. Yurtdışı ise, herkesin zaman zaman gitmek istediği, bir rüya kadar tılsımlı, herkesin birbirine sürekli saygı ve sevgi beslediği, hiçbir alanda hiç bir sorunun çıkmadığı, yerlerin temiz olduğu ama insanların bizim kadar "misafirperver" olmadığı, sınırları kendi ülkemiz dışında her yer olan bir yer. Oraya gitmek, bir başlangıç değil, bir son kimine göre. 'Okul bitince Amerika'ya gideceğim', 'ferrarimi satıp Hindistan'a yerleşiyorum', 'eski aşkımın kalıntılarını londra'da temizleyeceğim' gibi. Orada her şey bambaşka, her şey farklı. Gidene kadar. Gidi

Okulda Ne Öğrenmeli?

Ben coğrafya dersini bir türlü sevemedim. Aynı zamanda yakın bir aile dostumuz da olan ortaokul coğrafya öğretmenim okuyorsa şu an yazdıklarımı, çok üzülüyordur eminim; ama rüzgarların hangi açıyla nerelerden estikleri, hangi bitki örtüsünün nerede konakladığı, hangi dağların kıyıya paralel, hangilerinin dik uzandığı gibi teknik bilgiler, aklı beş karış havada olan 12-13 yaşlarındaki bir çocuğun ilgisini ancak bu kadar cezbedilmiş, ne etmeli? Erasmus yaptığım sırada, Coğrafya bölümünde okuyan Macar arkadaşım Kati'ye, ilk tanışmamızda hemen açılıvermiş, konu hakkındaki sıkıntımdan bahsetmiştim. O ise bana biraz şaşkın, biraz da yadırgayan bakışlarla bakmış, ama herhangi bir yorumda bulunmamıştı. Aylar sonra başka bir konuşmamızda, ben seyahat etmekten ne kadar keyif aldığımdan bahsederken, birden dayanamamış, gür sesiyle bana "Senin bu yaptığın düpedüz Coğrafya işte" diye sitem etmişti. Bu ani çıkışa nasıl cevap vereceğimi bilemeyip, kontolu de elden bırakmak istemeye

Yodelleyelim

Jodeln (ingilizce adıyla Yodeling. Türkçesini bulamadım, Yodelmek kavramını ortaya atıyorum, doğrusunu öğrenene kadar) özellikle Bavyera ve Avusturya’da çok yaygın, kafa sesi-göğüs sesi register geçişlerini sık sık kullanan bir şarkı söyleme tekniği. Sonradan araştırınca öğrendim ki, aslında sadece buralarda değil, dünyanın bir çok yerinde kullanılan bir teknikmiş. Burada yapılanların içinde çok fazla geçen ‘Jo’ hecesi (yo diye telafuz ediliyor), tekniğin ‘jodeling’ şeklinde isimlendirilmesinin de sebebi. Buralara kadar gelmiş herkese, (müzikle amatör veya profosyonel olarak ilgilenmeleri farketmez)  fırsat bulurlarsa workshop’larına katılmalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Hem çok otantik, hem de çok eğlenceli. Ben kendi katıldığım workshop’ta öğrendiğimiz şarkıları o kadar çok sevdim ki, bunları unutmamak için sık sık kayıt yaptım. O sırada bunu farkeden bir gazeteci de, gelip benimle röportaj yaptı ve İstanbul’dan gelip jodeling kursuna katılmış birini görünce çok şaşı

Christopher Street Day

Christopher Street Day, ya da kısaca CSD, bildiğimiz Gay Pride'ın Almanya'daki adı. "Onur Haftası Christopher Street Day olarak geçen bu hafta, ABD'de 1970'lerin başında eşcinsellerin baskılar karşısında birkaç gün süren protesto yürüyüşleri ve direnişlerinin sonucunda (bakıveriniz:  Stonewall ayaklanmaları ) kutladıkları bir haftadır. İsmini bu direnişlerin yer aldığı New York'taki  Christopher Street 'ten alır " der wikipedia.   Neyse efem, geçtiğimiz haftasonu Münih'de CSD kutlandı. Farklı mekanlarda, aynı anda gerçekleşen partiler, belediye binasının o gün için Club'a dönüştürülmesi ve her yeri kaplayan gökkuşağı bayrakları ile ortalık rengarenkti. İstanbul'da sadece bir yürüyüş zar zor organize edilirken ve binbir engelle karşılaşılırken, burada hem şehir belediyesini, hem halkı arkasına almış bir CSD günü, insana 'bak işte, medeniyet' dedirtiyor.   Biraz da Meryem Ana   Eşcinsellik - din ilişkisi biraz çetref

Öp bizi Sezen.

"İnsanın çocukluğu, anavatanıdır" demiş Doğan Cüceloğlu bir kitabında. Çok etkiledi bu cümle beni. Sezen Aksu'nun son albümü 'Öptüm' ü dinlerken de bu cümle vardı kafamda. Çünkü Sezen Aksu, benim çocukluğumdu. Gülme sebeplerimden biriydi. Temiz çarşaf kokulu yatağıma girdiğimde, içeriden gelen, ince belli bardakla çay kaşığının dansının sesiydi. Annemin sesiydi. Babamın sesiydi. Bitmek bilmez şarkı söyleme hevesimdi. Mehmet Ali Erbil'le Çiğdem Tunç 'un yaptığı Değiştir yarışmasını aile meclisinde oynadığımızda, rahatça sırtımı yasladığım yüzlerce şarkının sahibiydi. Sezen Aksu, çocukluğumdu. Tabi ki her ergen gibi, ben de büyürken, çocukluğumu hoyrat bir şekilde odanın en görünmez köşesine attım, 12 yaşında The Spice Girls, Backstreet Boys gibi çerezler 14'ünde Marilyn Manson Bon Jovi gibi sertler, ilk üniversite zamanları Norah Jones, Björk, Alanis gibi kadın sesler, ikinci üniversite zamanları Chopin, Mozart, Tchaikovsky, Rachmaninov klasikler

eurovision salçası

Eurovision severim. Ama katılan şarkıların birçouğunun aptalca olduğu görüşüne da katılmadan edemem. Yüksek Sadakat'e ise bayılmam. Bazı şarkıları yer yer kafamda yer etmiştir. Gitaristleri Kutlu Özmakineci'yi ergenlik dönemimde hiç kaçırmadan satır satır okuduğum Blue Jean döneminden bilirim. Yayın yönetmeniydi sanırım. Dergi zamanında hiç acımadan ona buna lafı geçiriyordu. Şimdi normal, ama gelişme döneminizde, bağrınıza bastığınız bi şarkıcının / grubunun, bağrınıza bastığınız bir dergi tarafından şiddetlice eleştirilmesi, sizi buhranlara sürükleyebiliyor. Neyse, demek isteyeceğim şu ki, düşene bi tekme de biz indirmeyi severiz. Kendi hatalarımızı ve başarısızlıklarımızı örtbas etmeyi becerip, gözönündekileri yermede de kabiliyetliyiz. O yüzden Kutlu Bey ve grubu artık kendilerinden ömür boyu nefret edileceği gerçeğini yadırgamayacaktır (umarım). Yanlış anlaşılmasın, Yüksek Sadakat savunuculuğu yapmaya çalışmıyorum. Bana sürekli 'benbununerdenhatırlıyorum' hissin

Vatikan'da İntihar Eden Fotoğraf Makinem

Kaybolduğunu sandığımız eşyaların ben aslında saklandıklarına inanırım. Genelde de bu saklanma işini ben onların arkasından konuştuğum zaman yaparlar. Vatikan'ın en tepesine çıkıp da Roma'yı ayaklarımın altına aldığım anda, fotoğraflar makinemin enteresan sesler çıkararak aniden aramızdan ayrılışını buna bağlıyorum. Bir süredir aklımda olan profosyonel fotoğraf makinesine geçiş fikri, İtalya'da iyice ayyuka çıkmıştı. Yüksek bir sesle insanlara bu isteğimden bahsetmeye, hatta E-Bay'den modeller beğenmeye bile başlamıştım. Ne oldu? Benimki alındı. Al sana dedi. Sanırım bu eylemi hakettim. Tabi bunun bilinçli bir eylem olmasının yanısıra, yaşlılığının da getirisi ile, kendisinden vazgeçeceğim gerçeğini kabullenememiş oluşu, buna bağlı olarak çok üzülmesi ve üzüntüsünden ölmesi ihtimali de gözönünde bulundurulmalıdır. Artık otopsiyi bekleyeceğiz. Olay ne kadar şok edi ci de olsa, ben Roma'nın o kadar tepesine kadar çıkmışken kendimi üzemezdim. Üste

Münih Hindistan'ım Oldu

Buraya gelmeden çok önce, hatta buranın neresi olduğunu bile öğrenmeden önce biliyordum buranın bana çok iyi geleceğini. Geldi de. Bir günde erip de, hayatın tüm sırlarını keşfetmedim, her şey aşama aşama gidiyor, ama Münih bana biraz torpil yaptı, 2-3 adım zıplatarak yürüttü. O yüzden dedim ki geçen gün, “Münih benim Hindistan'ım oldu”. Ferrari'sini satan bilge gibi kitaplar veya Thank You India gibi Alanis Morissette şarkıları sağolsun, huzuru bulmanın yolunun Hindistan'dan geçtiğine dair inanışlar yavaştan kafama kazınmıştı son zamanlarda. Yok, karşı da değilim, gitmesem de Hindistan'ı severim, Hint'li arkadaşlarım vardır, onları da çok severim. Ama kişisel gelişimimde Münih, şu an bana Hindistan'ın vermediğini verdi. Ya da birçok şeyi elimden aldı. Bu da nedense işe yaradı. Size büyük bi devrim gibi gelmeyebilir, ama bakkala giderken bile müzik dinlemekten vazgeçemeyen ben, kulaklıkların kulaklarıma daha fazla zarar vermesine “dur” demeden

Başka Tostlar Yakmadan

" Kızarmış tost. Ne kadar çabalarsanız, hiçbir zaman kusursuz olmaz. Ya hiç kızarmaz ya da yanar. Ekmeğin üzerindeki yanıkları bıçakla kazıyanlardan mısınız, yoksa üzerine reçel sürüp yanık tadını saklayanlardan mı? Yanık tostu atar mısınız, yoksa hiçbir şey olmamış gibi yer misiniz?  "Bugüne kadar ben yanık tostu yedim. Bunu annemden öğrendim. O herkesi ve her şeyi kendinden daha fazla önemserdi. Annemin verdiği "kendini feda etme" mesajı bir çocuk için fazla karmaşıktı. O, bana bir kadının her zaman en kötüsünü beklemesi gerektiğini ve bol yağlı bir tosta sahip olduysam, bunun için bir yerlerde başka insanların o tost için acı çektiğini öğretti."  diye başlamış "Yanık Tost" kitabın arkasında sözlerine Teri Hatcher.  İnsanın kendine değer vermemesini, hayatta sürekli kendine haksızlık yapmasını, ve istemediği halde çeşitli sebeplerden türlü fedakarlıklara girmesini yanık tost metaforundan vermesi, belki dünyanın en akıllı işi değil ama, be