Ben coğrafya dersini bir türlü sevemedim. Aynı zamanda yakın bir aile dostumuz da olan ortaokul coğrafya öğretmenim okuyorsa şu an yazdıklarımı, çok üzülüyordur eminim; ama rüzgarların hangi açıyla nerelerden estikleri, hangi bitki örtüsünün nerede konakladığı, hangi dağların kıyıya paralel, hangilerinin dik uzandığı gibi teknik bilgiler, aklı beş karış havada olan 12-13 yaşlarındaki bir çocuğun ilgisini ancak bu kadar cezbedilmiş, ne etmeli?
Erasmus yaptığım sırada, Coğrafya bölümünde okuyan Macar arkadaşım Kati'ye, ilk tanışmamızda hemen açılıvermiş, konu hakkındaki sıkıntımdan bahsetmiştim. O ise bana biraz şaşkın, biraz da yadırgayan bakışlarla bakmış, ama herhangi bir yorumda bulunmamıştı. Aylar sonra başka bir konuşmamızda, ben seyahat etmekten ne kadar keyif aldığımdan bahsederken, birden dayanamamış, gür sesiyle bana "Senin bu yaptığın düpedüz Coğrafya işte" diye sitem etmişti. Bu ani çıkışa nasıl cevap vereceğimi bilemeyip, kontolu de elden bırakmak istemeyerek, ben kafamdaki klasik Coğrafya dersi tanımını bozmamış, ondan pek hazetmediğim iddiamı geri almamıştım.
Gel zaman git zaman gezgin ruhum her alıp başını gitmek istediğinde onu takip etmeye başlayınca fark ettim ki, zamanında önüme açıp açıp koyduğum ve ezberlemeye çalıştığım tüm dilsiz haritalar dillenmeye başlamış, başkentler, iklim koşulları, yenenler, içenler, yetiştirilenler, hatta zamanında birbirleri ile savaşanlar, sevişenler kafamın bir köşesinde kumbaradaki bozuk paralar gibi birikmiş. Konfüçyus, "Duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaptığımı hatırlarım" demiş, zaten İngilizceyi de şarkı sözlerini çevirirken, es kaza öğrenmemiş miydim?
O yüzden, bir eğitimci olarak, bu konu üzerinde düşünmeye başladım. "Neyi öğretelim" kadar, "Nasıl öğretelim" sorusu hep kafamın bir ucunda son zamanlarda.
Günümüz Türkiye'sinde, bir pasaport almak için bile tonla para bayılmak gerekiyorken, Coğrafya öğretmenlerimizden, öğrencilerini alıp alıp, diyar diyar gezdirmelerini bekleyemeyiz. Kaldı ki, tüm şartlar yerinde bile olsa, okul eğitimi, sadece gezip görmekden de ibaret olamaz sanırım. Ama çocukları 10 yıl sonra katiyen hatırlamayacakları teknik detaylara boğarken, onlara bir taraftan da, hayatın eğlenceli yönlerinden bahsedebiliriz. Branş fark etmeksizin.
Mesela,
Hayatı kendi kendine deneyimlemenin çok keyifli olduğundan,
insanın her şeyi okulda öğrenmesinin mümkün olmadığından,
öğrenmeyi öğrenmenin öneminden,
insanın bazen kendini kaybetmesinin normal olduğundan, böyle zamanlarda kendini biraz uzaklarda aramanın ruha iyi geleceğinden,
çekik gözlü de olsa, esmer de olsa, dilimizi hiç bilmese de, dünyanın her yerinde kendimize benzeyen insanlar bulabileceğimizden,
her insanın hayat yolculuğunun biricik olduğundan,
bizi tek tip yaşamaya zorlayan bir sistem olmasına rağmen, kendi hayatını, KENDİ dilediği şekillerde yönlendiren insanların varolduğundan,
bazı tanımların kişiden kişiye değişebileceğinden,
hayat değişirken, insanın da değişmesinin normal olduğundan, arada sayfayı güncellememiz gerektiğinden...
Kızlarım sizlere söyledim, gelinlerim siz anlayın.
Erasmus yaptığım sırada, Coğrafya bölümünde okuyan Macar arkadaşım Kati'ye, ilk tanışmamızda hemen açılıvermiş, konu hakkındaki sıkıntımdan bahsetmiştim. O ise bana biraz şaşkın, biraz da yadırgayan bakışlarla bakmış, ama herhangi bir yorumda bulunmamıştı. Aylar sonra başka bir konuşmamızda, ben seyahat etmekten ne kadar keyif aldığımdan bahsederken, birden dayanamamış, gür sesiyle bana "Senin bu yaptığın düpedüz Coğrafya işte" diye sitem etmişti. Bu ani çıkışa nasıl cevap vereceğimi bilemeyip, kontolu de elden bırakmak istemeyerek, ben kafamdaki klasik Coğrafya dersi tanımını bozmamış, ondan pek hazetmediğim iddiamı geri almamıştım.
Gel zaman git zaman gezgin ruhum her alıp başını gitmek istediğinde onu takip etmeye başlayınca fark ettim ki, zamanında önüme açıp açıp koyduğum ve ezberlemeye çalıştığım tüm dilsiz haritalar dillenmeye başlamış, başkentler, iklim koşulları, yenenler, içenler, yetiştirilenler, hatta zamanında birbirleri ile savaşanlar, sevişenler kafamın bir köşesinde kumbaradaki bozuk paralar gibi birikmiş. Konfüçyus, "Duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaptığımı hatırlarım" demiş, zaten İngilizceyi de şarkı sözlerini çevirirken, es kaza öğrenmemiş miydim?
O yüzden, bir eğitimci olarak, bu konu üzerinde düşünmeye başladım. "Neyi öğretelim" kadar, "Nasıl öğretelim" sorusu hep kafamın bir ucunda son zamanlarda.
Günümüz Türkiye'sinde, bir pasaport almak için bile tonla para bayılmak gerekiyorken, Coğrafya öğretmenlerimizden, öğrencilerini alıp alıp, diyar diyar gezdirmelerini bekleyemeyiz. Kaldı ki, tüm şartlar yerinde bile olsa, okul eğitimi, sadece gezip görmekden de ibaret olamaz sanırım. Ama çocukları 10 yıl sonra katiyen hatırlamayacakları teknik detaylara boğarken, onlara bir taraftan da, hayatın eğlenceli yönlerinden bahsedebiliriz. Branş fark etmeksizin.
Mesela,
Hayatı kendi kendine deneyimlemenin çok keyifli olduğundan,
insanın her şeyi okulda öğrenmesinin mümkün olmadığından,
öğrenmeyi öğrenmenin öneminden,
insanın bazen kendini kaybetmesinin normal olduğundan, böyle zamanlarda kendini biraz uzaklarda aramanın ruha iyi geleceğinden,
çekik gözlü de olsa, esmer de olsa, dilimizi hiç bilmese de, dünyanın her yerinde kendimize benzeyen insanlar bulabileceğimizden,
her insanın hayat yolculuğunun biricik olduğundan,
bizi tek tip yaşamaya zorlayan bir sistem olmasına rağmen, kendi hayatını, KENDİ dilediği şekillerde yönlendiren insanların varolduğundan,
bazı tanımların kişiden kişiye değişebileceğinden,
hayat değişirken, insanın da değişmesinin normal olduğundan, arada sayfayı güncellememiz gerektiğinden...
Kızlarım sizlere söyledim, gelinlerim siz anlayın.
Yorumlar