Ana içeriğe atla

Kayıtlar

yasam etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Filin Üstündeki Adam

Değişimi kabul etmek ve ilerlemek gerekiyor. Deniyoruz, yanılıyoruz, kaybediyoruz. Bunlar sayesinde kendi otantik halimize bir adım daha yaklaşıyoruz. Depresyon mesela insana çok şey öğretiyor. “Çabuk git, gözüm görmesin seni” diye uzaklaştırmak ya da “Hayır, sen yoksun, her şey yolunda” diye görmezden gelmek yerine, bir çay demleyip oturup söyleşmek gerekiyor kendisiyle. Bunu yapmayı başarırsam genelde bana “Hayatında birşeyleri değiştirmen lazım” diye öneriler getirdiğini duyuyorum. Bazen hak veriyorum. Hayatımda istiyormuş gibi görünüp aslında istemediğim şeyler olduğunu farkediyorum. İş. Aşk. Arkadaş. Para. Hobiler. Fobiler. Kelimeler. Kelimemeler. Memeler. Ama bazen de gereksiz yere panik yaptığını düşünüyorum. O zaman da düşünce sistemimde hafif değişiklikler yapmam gerekiyor. Yatışıyor. Zaten hayat kendimize anlattığımız hikayeler bütünü değil mi?  O hikayelere inanmamız gerekiyor, hepsi bu. Hikayeler pratikle örtüşmediğinde kafamızın içinde şeytanların sesi yüksel...

2018 Biterken

2018 bana iyi davrandı. Harika insanlar tanıdım. Hiç gitmediğim ülkelere gittim. İlk albümüm çıktı. Kitabım çıktı. Konuşmalar yaptım. Radyolara çıktım. Hepsi için hayata minnettarım. Peki ben olmak istediğim kişi olabildim mi? Kendimle gurur duyuyor muyum? Çok şey başardım mı? (Ve başarı önemli mi?) Bazen evet, bazen hayır. Bazen hayal ettiklerimden daha fazlası olduğumu düşünüyorum, bazense yanına bile yaklaşamadığımı. Belki de normal olan budur, bilmiyorum. Ama denemeye devam ediyorum. Kendimi dinlemeye devam ediyorum. Üretmeye, paylaşmaya, devam etmeye devam ediyorum. Hatalar da yapıyorum. Yabancı dil öğrenenlere tavsiye olarak “hata yapmaktan kaçmanın en garanti yolu susmaktır” demiş Ulrike Arras. O yüzden kusurlu olmak için iznimiz var. Ya da sonsuza dek susmamız gerekiyor. Ben hayatı, “kaçırırsam tekrarını vermeyecekler” enerjisiyle yaşamayı seviyorum. Dolu dolu sarılmayı. Kana kana içmeyi. Sıkı sıkı kucaklamayı. “Üretmeden durduğumda hayatı haketmiyorum gibi geliyor” diye y...

Bir Etyemezin Hayvanat Bahçesi İle İmtihanı

Hayatımda doğru düzgün hayvanat bahçesine gitmemiştim ben. Çocukluktan hatırladığım hayal meyal sadece kuşların olduğu bir yer. Yetişkin olduğumda ise Macaristan’da arkadaşlarla gittiğimiz Szeged hayvanat bahçesi. Aklımda kalan, ağaçlardan ağaçlara sallanan maymunlar ve onların mutlu (serbest, özgür vs) olduğunu düşünmüş olmam. Hatta “ne güzel, hayvanat bahçesi sandığım gibi hayvanların kafeslerin içine kapatıldığı bir yer değilmiş artık” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yıllar sonra Münih’e yerleştiğimde büyük bir hayvanat bahçesi olduğunu öğrendim. Hayvanları çok sevdiğim için hemen gitmek istedim. Benim gibi Münih’e yerleşmiş İsveç’li bir arkadaşım ile “Münih’te keşfedecek yerler” listesi yaparken ona bundan bahsettim. O da bana hayvanat bahçelerine karşı olduğunu söyledi. “Nasıl yani?” diye sorunca hayvanların bizim için belli alanlara kapatılıp izlenmeye açık hale getirilmesi fikrine karşı olduğunu söyledi. Bu konuyla ilk yüzleşmem sanırım o zamanlar olmuştu. Bu konuşmadan ...

Bütünsel Bitkisel Beslenme Kampı Hakkında

İstanbul’u çok sevdiğim bir arkadaşımın kötü yönlerini dile getirir gibi tatlı tatlı eleştirmeyi severim.  “Sana ne zaman gelsem kirlenmiş gibi hissediyorum kendimi”  “Çok iyisin ama bir de kalabalığın olmasa?” “Çok iyisin ama şu yeşilini de bi korutsaydın arkadaş.”  “Biraz kızgınsın seni de anlıyorum. Hep beraber kalkıp gitsek bi mola versen iyi olur aslında. Acaba bi’ uzanıp gelsen mi sen?”  Kafamı böylesi sesler, saçlarımı (eski şampuan reklamlarındaki gibi) egzoz dumanları domine ederken karşıma bir kamp fırsatı çıktı. Erdek - Büyükova’da Bütünsel Bitkisel Beslenme ile Arınma ve İnziva Kampı olduğunu duyunca çok mutlu oldum. Diyetisyen Kevser Başkara ile Karadut Kapıdağ’dan Ozan çok güzel bir iş çıkarmışlar. Benzer kafada düşünen, aynı yerlere bakan güzel insanlar olarak buluşup, tanışıp, çok güzel hikayeler dinleme şansı yakaladık. Bitkisel beslenme hakkında uzun uzun konuştuk. Sabahları açık havada yoga eğitmeni Pınar Serçe eşliğinde yoga ve m...

Vegan Diyetisyen Kevser Başkara ile Sohbet

Vegan Diyetisyen Kevser Başkara Büyükova'da keyifli, minimini bir sohbet gerçekleştirdik. İkimize de birinci üniversitelerimiz yetmemiş, kendimizi bulmak adına ikincilere başlamışız. Sohbet buradan başladı; başarı, öğrenmek, kendini tanımak, kendini geliştirmek ve başarmak konuları üzerinde gelişti. Siz de onu belki benim gibi Vegan Diyetisyen sayfası ile tanıyorsunuz, ama bilmediğimiz bir de Matematikçi geçmişi varmış :)  Sohbetimize katılmak isterseniz memnun olurum. Sizin için kazanmak ve başarmak ne demek? Üniversite okuduysanız eğer, okuduğunuz bölümden memnun muydunuz? Yoksa sadece üniversite diploması olsun diye mi okudunuz? Üniversite henüz okumadıysanız, hangi bölümde okumak isterdiniz? Neden? Sizce üniversite insana neler kazandırmalı? Sevdiğiniz işi yaptığınızı düşünüyor musunuz? İnsanın kendisi bulması sizce ne demek? Yorumlarınızı aşağıya bekliyorum.

The Kyiv Pride Diary

I must admit, I had not known much about the city of Kyiv (nor Ukraine as a country) when I saw the invitation from Munich Kyiv Queer for joining the Pride March with them. I immediately said ‘Yes!’ with great excitement. I knew that it would be nothing like Pride parade in Munich, where the event is a big celebration of diversity. But it hit me only a few days before I flew that marching could also be ‘a little bit’ dangerous when I read the safety instructions, distributed by Kyiv Queer activists. I read that extremist groups would not just try to stop the parade, but they would also take photos of participants of the Pride Parade in order to attack them later on the streets. Our safety guide suggested a dress code. We were also urged to have in bag pack and to learn how to protect the skin from the gas in case the groups attacked us. Now listen, I am a kind of boy, who is passionate about human rights and love fighting for them. But do not assume that I find myself on the stre...

Sonunda Patlayan Yılın Skandalı Üzerine

Dün Münih’te Onur Yürüyüşü oldu, sevenler elele tutuştu; sokaklar aşkla, sevgiyle coştu. 175.000 katılımcı ile barış dolu, rengarenk bir festival yaşadık yine her sene olduğu gibi. Herkes aşkını nasıl yaşamak istediğini gülerek, eğlenerek, şarkı söyleyerek birbirine ilan etti. Ben geçtiğimiz ay gidip destek verdiğim Münih Kyiv grubu ile yürüyüşe katıldım. Sanatçı Noemi Lawrence’ın Ukrayna’dan gelen katılımcılar ile beraber hazırladığı kocaman bir yürüyen kalbimiz vardı bölmemizde. Yürürken bir taraftan insanlara minik kağıtlar dağıttık ki isteyen herkes kendi kalplerinin içinde yazanı bir de kağıda yazıp yürüyen kalbin üstüne yapıştırabilsin diye. Bence içimizde derinlerde tuttuğumuz hisler gözümüzün önünde de durunca daha da kolay oluyor anlamak ne kadar birbirimize benziyoruz, ne kadar aynıyız. Aynı saatlerde Türkiye iki kadının aşkını konuşuyordu Twitter’da. Haber ortaya çıkınca biri işinden kovuldu, diğerinin de çocuğunun elinden alınması ile ilgili haberler yapıldı. Söz...

Hayvanlar Alemi

Artık sosyal medyamı kontrol ederken hayvan resimleri görmekten korkuyorum. Bacakları kesilmiş masum bakışlı köpek, tecavüze uğramış kedi, mezbahadan kaçan inek. Bunları gördükçe hayvanlardan insan olduğum için özür dilemek istiyorum. Ne kadar utansam o köpeğin bakışlarını aklımdan çıkarabilirim? Ne kadar üzülsem o tecavüze uğrayan kedili haberi gördüğümü unutabilirim? Ne kadar hayvan yemesem bir yılda yemek için kesilen hayvan sayısını aklımdan çıkarabilirim? Cevap basit. Hiçbir zaman.  En son olayların hepsinden çıkarabileceğim bir pozitif sonuç varsa, herkesin aklına, kalbine, diline “hayvan hakları” teriminin biraz daha yerleşmiş olması.   Bu güzel birşey. Ama nerede başlıyor ve nerede bitiyor bu haklar? Köpeğe saygılı olduğumuz kadar hamamböceğine de saygı duyuyor muyuz? Karıncayı incitmediğimiz kadar örümcekleri de umursuyor muyuz? Kedileri yemediğimiz kadar inekleri, kuzuları, keçileri de kolluyor muyuz? Sahiden hayvan haklarından mı konuşuyoruz yoksa sadece...

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Yılbaşı değil Yıldeğişimi

Yılbaşının bir çok anlamı olmuştur benim için. Başlangıçlar, hayaller, planlar, kararlar, umutlar. Sadece yeni yıldan değil, yeni yıla girilen akşamdan beklentilerim de büyük olmuştur. Çok gülmeli, çünkü gülmek beynimize mutlu olduğumuz mesajını gönderir. Çok içmeli, çünkü hayatın bizi savurduğu yerleri, olamadığımız kişileri, çöpe attığımız hayallerimizi başka türlü unutamayız hızlıca bir gecede. Çok güzel planlanmalı, çünkü es kaza da olsa sıkıcı bir partiye denk gelmemeliyiz. Çok eğlenmeli, çünkü yeni yıla nasıl girersek tüm yıl öyle geçer. Yılbaşı akşamlarının getirdiği yüzeysellik ve sürekli çok eğleniyormuş gibi yapmak beni hep rahatsız ediyordu ve yoruyordu. İçe dönük (introvert) bir insan olarak, uzun zamandır hayalimdeki yılbaşında sadece sessizce oturmak ve meditasyon yapmak vardı. Fakat ilişki, seyahat ve ortak planlar gereği son birkaç senedir buna fırsatım olmadı ve kendi sınırlarımı (pek de farkında olmadan) zorladım. Biz içe dönükler genelde azınlık olduğumuz,...

Patlamış Mısır

Güneş, perdenin arkasından güzel güzel gülümsüyordu. Mutlu bir sabahtı. Patlamış mısır olduğumu düşünerek güne başlamıştım. M benimle dalga geçmişti. “Tabii ki öylesin, çiğ hali bile değil, patlamış halisin” demişti. Gülmüştük. Ve sessizlik oldu. Sanki biz de patladık. Mısır gibi değil, yanan şehirler gibi patladık. İstanbul, Ankara, Kayseri gibi. Berkay, Ayşe, Hüseyin gibi. Acı dolu kalpler gibi patladık. Gözlerindeki ışıkları sönen, gitarlarındaki akorları susan çocuklar gibi kaldık. Sana da günaydın sabah.  “Hayat devam ediyor” demeye dilim varmıyor bugünlerde. Utanıyorum. Çünkü, dünya bence durdu. Ya da ritmini şaşırıp iki katı hızla dönmeye başladı. Gel gör ki yaşadığım ülke olan Almanya’da pervasızca devam ediyor hayat. Hiçbir yerde insanlar ölmüyormuş gibi, hiçbir çocuk kanlarla yere serilmiş anne babasını görmemiş gibi, hiçbir acılı baba üniversiteye giden pırıl pırıl çocuğunun mezarını kaldırmamış gibi devam ediyor hayat. Benim de gülümsememi isteyenlerle, bura...

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina...

Nasıl Akıl Sağlığımı Korumayı Planlıyorum?

“2016 bir Tarantino filmi gibi geçiyor” diye okumuştum bir yere. Filmden ziyade her bölümü ayrı işkencelerle bezeli uzun soluklu bir dizi olmadı mı bu? Bugün ben de herkes ile birlikte Trump’ın Amerika başkan olması ile açılan yeni sezona uyandım. Biraz tanıdık hisler kapladı önce içimi. “Ama nasıl?”, “Kim?”, “Nerede peki bu insanlar?”, “Hiç mi görmediler, düşünmediler, hissetmediler, anlamadılar?” diye düşündüm. Sonra zaten bu işlerden bir türlü anlayamadım diye kendi kendime hayıflandım. Facebook sayfam Trump resimleri ve söylemleri ile doldu, taştı. Yıllardır adını, sanını, şöhretini duyup, neye benzediğini hiç merak etmediğim bir adam, ne kadar ötelemeye çalışsam da gelip edepsizce gündemime oturdu. Zaten öylesi adamlar sevimsiz yüzleri, elleri, sesleri ve söylemleri ile gelip sürekli soframıza, yemeğimize, sohbetlerimize dadandıkları için olmuyor mu tüm bu olanlar? Dünya, çok eskimiş bir teknolojik eşya gibi; parça parça her yerinden dökülürken, her gün başka bir tarafı ...

Sade ve Hafif

Eşyalara, yerlere ve kişilere bağlı olmadan yaşamak istediğimi düşünürdüm çok eskiden. Bunun ne kadar zorlu bir iş olduğunu bilmeden. Gel zaman git zaman şehirler, ülkeler, arkadaşlar, eşyalar, işler değiştirip durduktan sonra aslında boyumdan büyük ettiğim lafların o kadar da erişilmez olmadıklarını farkettim. Ben çok küçükken ilkokula giderken bile ne takım elbisemi giyip sabah gidip akşam geldiğim bir ofis işi, ne evli mutlu çocuklu bir aile hayatı, ne de doğup büyüdüğüm yerlerde sonsuza kadar kalma, önce ev sonra araba hayalleri kurmuştum. Onun yerine bol bol gezecektim, her ülkeden arkadaşlar edinecek, bir kaç dilde iletişim kurmayı öğrenecek, müzik yapacak, belki yazı yazacak, bol bol okuyacak, hayatı keşfedecektim. Hepimizi birbirimize benzetmeye çalışan bu döngüde insanın çocukluk hayallerini bırakın hayata geçirmesi, hatırlaması bile zor; sinsice içimize yerleşen öğretiler, gel zaman git zaman o büyük hayallerimizi bize tek tek yedirip, boğazımıza dizebiliyor. Sonra ...