Güneş, perdenin arkasından güzel güzel gülümsüyordu. Mutlu bir sabahtı. Patlamış mısır olduğumu düşünerek güne başlamıştım. M benimle dalga geçmişti. “Tabii ki öylesin, çiğ hali bile değil, patlamış halisin” demişti. Gülmüştük. Ve sessizlik oldu. Sanki biz de patladık. Mısır gibi değil, yanan şehirler gibi patladık. İstanbul, Ankara, Kayseri gibi. Berkay, Ayşe, Hüseyin gibi. Acı dolu kalpler gibi patladık. Gözlerindeki ışıkları sönen, gitarlarındaki akorları susan çocuklar gibi kaldık. Sana da günaydın sabah. “Hayat devam ediyor” demeye dilim varmıyor bugünlerde. Utanıyorum. Çünkü, dünya bence durdu. Ya da ritmini şaşırıp iki katı hızla dönmeye başladı. Gel gör ki yaşadığım ülke olan Almanya’da pervasızca devam ediyor hayat. Hiçbir yerde insanlar ölmüyormuş gibi, hiçbir çocuk kanlarla yere serilmiş anne babasını görmemiş gibi, hiçbir acılı baba üniversiteye giden pırıl pırıl çocuğunun mezarını kaldırmamış gibi devam ediyor hayat. Benim de gülümsememi isteyenlerle, buralarda olduğum için şanslı hissetmem gerektiğini düşünenlerle, “ne kadar da güzel bir ülke halbuki, anlamıyorum nasıl oluyor böyle şeyler”cilerle devam ediyor hayat. Ne düşündüğümü anlamakta bile zorlanıyorum, çünkü iki yas arası artık yaşananları sindirecek yeterli zaman yok. Çabuk olmak, geleceğini düşünmek, sevdiklerini arayıp sormak paniği derken geçiyor zaman. Bir tanesi ‘kaçıp gitmek’te, bir tanesi ‘kalıp savaşmak’ta kalmış bacaklar yerine karar vermek için uğraşırken dört nala gidiyor akreple yelkovan. Artık mutlu olmayı da geçtik, sağ ve huzurlu olmanın formülünün peşinden hızlı hızlı koşarken biz; patlaya patlaya, tenceresinin kapağını zorlayıp dışarı taşa taşa, gülüşümüzü çala çala devam ediyor hayat.Ne yapmamız gerekiyor, bireysel olarak hangi küçük adımlarla neleri değiştirebiliriz, sosyal medya durumlarımızı güncellemek dışında neler yapabiliriz onu düşünüyorum. Aklıma yine eğitim, sanat, felsefe, çocuklar dışında bir şey gelmiyor. Her bomba için, fazladan bir çiçek sulamak, hem sönmüş hayat için başka bir hayata bir ışık olmaktan başka bir fikir bulamıyorum. “Benim yapacağım şeyin katkısı ne olur ki?” diye düşünmeden, elimden gelenin en iyisini yaparak devam etmekten başka bir yol göremiyorum. Brene Brown’un bir kitabında dediği gibi, sadece kendimizin değil, herkesin elinden gelenin en iyisini yaptığına inanarak yaşamak gerekiyor belki de. Ama onların en iyisinin, dünyayı bu hale getirdiği gerçeğini nasıl sindireceğiz, bilmiyorum.Ateş artık sadece düştüğü yeri değil, düşmediği yerleri de yakıyor. Hepimizin canı acıyor. Hepimizin öfkesi artıyor. Ama, hayat devam ediyor. Bense kendimi patlayamayıp da tavanın dibinde kalmış, yanmış bir mısır gibi hissediyorum.
Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina
Yorumlar