Ana içeriğe atla

Kayıtlar

guncel etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Düşünme.ler.

Düşünme.bir. Bugünün katilleri, çocuk tecavüzcüleri, hayvan eziyetçileri dünün çocuklarıydı. O yüzden derdimiz dünyadan bu insanları azaltmaksa çözüm idam etmek değil, o çocukları baştan hiç doğurmamak olmamalı mı? Ülke olarak kafamızı ellerimizin altına alıp "Neden bu olayları biz yaşıyoruz, misal Danimarka değil?" diye düşünmek olmamalı mı? Madem derdimiz birşeyler değiştirmek, önce kendimizden başlamamalı mı? Çocuğumuz olmasa da hepimiz en az 3 çocuk geliştirme ve psikoloji kitabı okuyarak başlayalım işe mesela. Alanis Morissette’in I Was Hoping şarkısının MTV Unplugged versiyonunu dinleyelim ve kendimize soralım: Özümüzde kötü müyüz? İyi ve kötü, doğru ve yanlış var mı? Empati sınırlarımız nerede başlıyor, nerede bitiyor?  Düşünme.iki. Geçtiğimiz aylarda gittiğim Romanya seyahatinde, kaldığımız evde kafesin içinde bir kuş vardı. Onun sabahları uzun uzun şakıması içime oturdu. Kafesteki kuş. Nasıl bahtsızsın sen böyle? Ne yapsam ben seninle? Bıraksam uçsan gö...

The Kyiv Pride Diary

I must admit, I had not known much about the city of Kyiv (nor Ukraine as a country) when I saw the invitation from Munich Kyiv Queer for joining the Pride March with them. I immediately said ‘Yes!’ with great excitement. I knew that it would be nothing like Pride parade in Munich, where the event is a big celebration of diversity. But it hit me only a few days before I flew that marching could also be ‘a little bit’ dangerous when I read the safety instructions, distributed by Kyiv Queer activists. I read that extremist groups would not just try to stop the parade, but they would also take photos of participants of the Pride Parade in order to attack them later on the streets. Our safety guide suggested a dress code. We were also urged to have in bag pack and to learn how to protect the skin from the gas in case the groups attacked us. Now listen, I am a kind of boy, who is passionate about human rights and love fighting for them. But do not assume that I find myself on the stre...

Sonunda Patlayan Yılın Skandalı Üzerine

Dün Münih’te Onur Yürüyüşü oldu, sevenler elele tutuştu; sokaklar aşkla, sevgiyle coştu. 175.000 katılımcı ile barış dolu, rengarenk bir festival yaşadık yine her sene olduğu gibi. Herkes aşkını nasıl yaşamak istediğini gülerek, eğlenerek, şarkı söyleyerek birbirine ilan etti. Ben geçtiğimiz ay gidip destek verdiğim Münih Kyiv grubu ile yürüyüşe katıldım. Sanatçı Noemi Lawrence’ın Ukrayna’dan gelen katılımcılar ile beraber hazırladığı kocaman bir yürüyen kalbimiz vardı bölmemizde. Yürürken bir taraftan insanlara minik kağıtlar dağıttık ki isteyen herkes kendi kalplerinin içinde yazanı bir de kağıda yazıp yürüyen kalbin üstüne yapıştırabilsin diye. Bence içimizde derinlerde tuttuğumuz hisler gözümüzün önünde de durunca daha da kolay oluyor anlamak ne kadar birbirimize benziyoruz, ne kadar aynıyız. Aynı saatlerde Türkiye iki kadının aşkını konuşuyordu Twitter’da. Haber ortaya çıkınca biri işinden kovuldu, diğerinin de çocuğunun elinden alınması ile ilgili haberler yapıldı. Söz...

Hayvanlar Alemi

Artık sosyal medyamı kontrol ederken hayvan resimleri görmekten korkuyorum. Bacakları kesilmiş masum bakışlı köpek, tecavüze uğramış kedi, mezbahadan kaçan inek. Bunları gördükçe hayvanlardan insan olduğum için özür dilemek istiyorum. Ne kadar utansam o köpeğin bakışlarını aklımdan çıkarabilirim? Ne kadar üzülsem o tecavüze uğrayan kedili haberi gördüğümü unutabilirim? Ne kadar hayvan yemesem bir yılda yemek için kesilen hayvan sayısını aklımdan çıkarabilirim? Cevap basit. Hiçbir zaman.  En son olayların hepsinden çıkarabileceğim bir pozitif sonuç varsa, herkesin aklına, kalbine, diline “hayvan hakları” teriminin biraz daha yerleşmiş olması.   Bu güzel birşey. Ama nerede başlıyor ve nerede bitiyor bu haklar? Köpeğe saygılı olduğumuz kadar hamamböceğine de saygı duyuyor muyuz? Karıncayı incitmediğimiz kadar örümcekleri de umursuyor muyuz? Kedileri yemediğimiz kadar inekleri, kuzuları, keçileri de kolluyor muyuz? Sahiden hayvan haklarından mı konuşuyoruz yoksa sadece...

Patlamış Mısır

Güneş, perdenin arkasından güzel güzel gülümsüyordu. Mutlu bir sabahtı. Patlamış mısır olduğumu düşünerek güne başlamıştım. M benimle dalga geçmişti. “Tabii ki öylesin, çiğ hali bile değil, patlamış halisin” demişti. Gülmüştük. Ve sessizlik oldu. Sanki biz de patladık. Mısır gibi değil, yanan şehirler gibi patladık. İstanbul, Ankara, Kayseri gibi. Berkay, Ayşe, Hüseyin gibi. Acı dolu kalpler gibi patladık. Gözlerindeki ışıkları sönen, gitarlarındaki akorları susan çocuklar gibi kaldık. Sana da günaydın sabah.  “Hayat devam ediyor” demeye dilim varmıyor bugünlerde. Utanıyorum. Çünkü, dünya bence durdu. Ya da ritmini şaşırıp iki katı hızla dönmeye başladı. Gel gör ki yaşadığım ülke olan Almanya’da pervasızca devam ediyor hayat. Hiçbir yerde insanlar ölmüyormuş gibi, hiçbir çocuk kanlarla yere serilmiş anne babasını görmemiş gibi, hiçbir acılı baba üniversiteye giden pırıl pırıl çocuğunun mezarını kaldırmamış gibi devam ediyor hayat. Benim de gülümsememi isteyenlerle, bura...

Nasıl Akıl Sağlığımı Korumayı Planlıyorum?

“2016 bir Tarantino filmi gibi geçiyor” diye okumuştum bir yere. Filmden ziyade her bölümü ayrı işkencelerle bezeli uzun soluklu bir dizi olmadı mı bu? Bugün ben de herkes ile birlikte Trump’ın Amerika başkan olması ile açılan yeni sezona uyandım. Biraz tanıdık hisler kapladı önce içimi. “Ama nasıl?”, “Kim?”, “Nerede peki bu insanlar?”, “Hiç mi görmediler, düşünmediler, hissetmediler, anlamadılar?” diye düşündüm. Sonra zaten bu işlerden bir türlü anlayamadım diye kendi kendime hayıflandım. Facebook sayfam Trump resimleri ve söylemleri ile doldu, taştı. Yıllardır adını, sanını, şöhretini duyup, neye benzediğini hiç merak etmediğim bir adam, ne kadar ötelemeye çalışsam da gelip edepsizce gündemime oturdu. Zaten öylesi adamlar sevimsiz yüzleri, elleri, sesleri ve söylemleri ile gelip sürekli soframıza, yemeğimize, sohbetlerimize dadandıkları için olmuyor mu tüm bu olanlar? Dünya, çok eskimiş bir teknolojik eşya gibi; parça parça her yerinden dökülürken, her gün başka bir tarafı ...

Eurovision 2015 ve Viyana

Emerson “Eylemlerinizde çekingen davranmayın, hayat dediğiniz bir deneyler bütünüdür” dediğinde, ben geçtiğimiz haftasonunu henüz yaşamamıştım. Eurovision, çok yakınlarıma, Viyana’ya gelmişti; günlerden Perşembe olmuştu; benimse içimdeki iki ses hala birbiri ile kavga ediyordu. Biri “Kalk gidelim, herkes orada, eğlence orada, çocukluk hayalin orada” diye taklalar atıyordu, diğeri ise “Başlatma çocukluk hayaline; tonlarca iş burada, az para burada, oturup kara kara geleceğini düşünme burada” diye söyleniyordu. Biraz zor oldu, ama bir şekilde iki sesi uzlaştırmayı başarıp, çamaşırlarımı makineye attım ve Sevnur’u aradım. “Sevnur, yarın sabah Viyana’ya gidelim mi?” “Olur.” “Ama param yok?” “Benim de yok. Ama bu haftasonundan kazanacaklarım, akıl sağlığım için elimdeki son 100 Euro’dan daha faydalı olabilir.” “Hmm, doğru. Çok para harcarsak, bir süreliğine yemek yemeyi, saçlarımı kestirmeyi ve çamaşırlarımı yıkamayı bırakabilirim.” “?!?!” Bir saat içinde, Airbnb sayesin...

Nereye Kadar?

Perfect Sense diye bir film izledim önceki gün. İnsanlar duyularını kaybetmeye başlıyorlar. Hastalık gibi, ama bir virüs değil. Çaresi aranıyor, ama kaçış yok. Bir duygu yoğunluğu basıyor; ya hüngür hüngür ağlıyor, ya deli gibi seviniyor, ya da terelliler basıyor öfkeleniyor insanlar. Sonra bir duyularını kaybediyorlar. Önce koku terkediyor. Koklayamayan insanlarla doluyor dünya. Sonra hiç beklemedikleri bir anda tad alma duyularını kaybediyorlar. Sonra işitme.. Ve böyle gidiyor. Çok karanlık, çok iç burkucu. Fakat her seferinde ayağa kalkıp, hayatı devam ettiriyorlar. İnsan bu, sürekli yas tutamıyor. Tad alamasalar da restoranlara gitmekten vazgeçmiyorlar, eski adetler madem yok, yenilerini yaratalım diyorlar. İşaret dili öğreniyorlar, tad alaman yemek yapmaya başlıyorlar, hayata tutunuyorlar. Nereye kadar diyorsunuz, değil mi? Ben de aynısını soruyorum, nereye kadar? Sevdiğimiz şeyleri birbir elimizden aldılar, haklarımıza tecavüz ettiler, bir özür bile dilemediler. Önc...

Ağaç ve şiddet yazısı

Diren Gezi. Diren ki yarınlara umutla bakabilelim. “Yaşasın, ülkemizde ucundan da olsa demokrasi varmış” diyebilelim. Son günlerde yaşanan olaylar hepimizi sarstı. Suratımızın ortasına yediğimiz tokatların haddi hesabı yoktu zaten, bir de üstüne biber gazı eklendi. Türkiye’de olamayanlarımızın içi eridi, sinirleri yıprandı, yumrukları sıkıldı. Çığlıklarımızı Twitter’da, Facebook’ta, yazılarla, paylaşımlarla attık. Yetmedi, dayanamadık yaşadığımız şehrin sokaklarına çıktık, bağırdık. “Dayan Gezi, ne olur, dayan” dedik. “Çünkü Türkiye’de değil, yurtdışında da yaşasak, iş güç aile her şeyi buraya da taşısak, senin o sanata, bilime, söz söyleyene, fikir sahibi olana saygı göstermez, kıymet bilmez tavrından bıkmış da olsak kalbimizin bir parçası hala o topraklarda” dedik. Kim ister ki bizi doğuran, büyüten şehirler  yasaklarla, çatık kaşlarla, “hayır bu kanalı izleyeceğiz, çünkü ben öyle istiyorum” diyen babalarla dolsun? Doğan Cüceloğlu’nun sık sık kitaplarında bahsettiği gibi ...

@tabiatana

Sevgili Tabiat Ana, Sana Twitter'dan da çeşitli mesajlar gönderdim, tatmin edici yanıtlar alamadım. O yüzden buradan uzun uzun anlatacağım derdimi, alınmaca gücenmece yok ama, tamam mı? Konuşuyoruz şurada. Haziranın son haftasına, hatta son günlerine girdik, hala her sabah pencereden dışarısı yağmurlu, çamurlu, karanlık ve kasvetli gözüküyor. Hayır, burası Londra değil ki. Onlar alışık olabilir, biz değiliz. Hangi arkadaşımı arasam, hepsi mutsuz, hepsi umutsuz. Büyükler desen, kıyamet geldi diyorlar. Zaten gelecek kaygısına ben doğduğumdan beri her sene zam geliyor; doğal afet, cinayet, tecavüz, terör desen, gazeteler ilk sayfada hangisini vereceğini şaşırıyor. E bu memleketin gençleri, cam kenarında yağmuru izlerken ellerine kupalarını alıp kahvelerini yudumlasınlar, kucaklarında laptop internette sörf yapsınlar desen, hangi siteye elimizi atsak, devlet büyüklerimiz sağolsun "yassaaaak" yazıyor. Hadi porno siteleri geçtik, google map bile açılmıyor. Evet biliyorum...

Yurtdışı mı?

"Yeni verilecek biometrik pasaportların defter ücreti 300-500 tl arasında olacakmış. 5 yıllık harç da zaten 616 tl. çüş demek istiyorum" tweet'i ile irkildim dün bi. Bir pasaport almak yaklaşık 1000 lira. Vizesi, vizeye başvururken hazırlamak zorunda olduğun belgelerin için saçtığın para, yetmedi bi de havalimanında çıkış harcı da cabası. Bu ülkeden gitmesi, en az bu ülkede yaşaması kadar zor. Ayça Şen çok güzel yazmış dünkü Radikal'de: " Yurtdışına çıkmanın sosyete icabı olduğu gibi acıklı bir durum hepimizin kanına işlemiş ve bu görgüsüzlük olduğu sürece de durum düzelecek gibi değil. " Bu nasıl bir AB ile uyum süreci bilemedim. Onlar pasaport bile almadan, ellerini kollarını sallaya sallaya, bir akşam yemeği fiyatına aldıkları uçak biletleri ile gezerken, "yurtdışı" bizim uzak diyarlar olmaya devam edecek bir süre daha sanırım. Üzücü.

Bazı "bilimsel" gerçekler

Kadın ve Aileden sorumlu Devlet Bakanımızın önceki hafta Hürriyet gazetesine verdiği bazı demeçlere sinirlenen bir grup insan varmış. Aliye Hanım, eşcinselliğin bir hastalık olduğuna inandığını, hepsinin tedavi edilmeleri gerektiğini söylemiş. Ne var şimdi bunda? Niye kızdınız, hasta mısınız siz kuzum? Gayet bilimsel bir açıklama bence. Birbinizi galeyana getirip, hakkında suç duyurusunda bulunmalar, protostelor, eylemler de nesi? 'İnanıyorum' kelimesi yeterince bilimsel gelmedi mi size? Parlak bir gelecek, temiz bir yarın için, öncelikle tüm hastalıklı bireylerden kurtulmamız, ay pardon, hepsini tedavi ettirmemiz gerekir. Sanki bunu bilmiyorsunuz. Neyse, gelelim yazımızın konusuna. Ben Aliye Hanım'ın yerinde açıklamalarına, naçizane birkaç ek yapmak istiyorum. Zira çok kapsamlı almamış kendisi, toplumdaki hastalıklı vatandaşlarımızın türlerini. İşte o yüzden, sıkı durun, bu gece bilimsel açıklamalarımla hepinizi uçuracağım. Kim hastalıklı, kim tedavi edilmeli, hep...

Haiti'li çocuğun gözleri

sabah gazeteyi açıp haiti'de depremde ailesini kaybetmiş çocuğun gözlerini görmüşken, mümkün mü parlaması artık gözlerimin? mümkün mü görmemezlikten gelmesi her şeyi yüreğimin? mümkün mü hala kafamı takabilmem kendi "karmaşık" problemlerime?

Açık Adres

Sertab Erener'in yeni single'ı çıkmış: Açık Adres. Uzun zamandan beri ilk kez, böylesine damar bir slow dinliyoruz Sertab'dan. "Sorma bu ara şu halimi / Bu acıların hepsi mi daimi /Yazık oldu her iki tarafa da /Şimdi sence daha iyi mi" diyen girişinden belli, şarkıyı sevmem gerektiği... Yine de ne yalan söyliyim, herkesin facebook'ta paylaştığı kadar sevemedim bu şarkıyı. Sıla şarkılarını anımsattı bana. Nasıl ki her alışamadığım Sıla parçası, bir patlama yarattı, bu şarkının akıbeti de böyle gözüküyor. tamam güzel, kaliteli bir yerli pop, ama gel barışalım artık'ları, lal'leri, yalnızlık senfoni'lerini görmüş geçirmiş bir jenarasyon olarak beni doyurmadı desem, ukala dememeniz karşılığında anlaşabiliriz. Sertab; N'olur sende beni affet, kahır değil bu kıyamet.

Düm tekaa düm tek

Hadise'ydi, konser seçmeleriydi, spordu, paraydı, parasızlıktı (!) derken bir hafta daha geriden yavaşça el sallıyor bana. her geriden el sallayan haftayla beraber 4. sınıflara özgü mezun olduğuma sevineyim mi, üzüleyim mi paradoksunu yaşıyorum. Öğrenciliğin kızarmış ekmek üzerine sürülmüş tereyağla ballı tadı, yedikçe keyif verirken, aldırdığı kalorilerle de hafif canımızdan bezdiriyor. (Kalorilerle bozmuşum kafayı? Yo yo yo, olamaz!) Gelecek korkusu, kriz, iş, kariyer, mevki, ismin önüne gelecek sıfatlar gibi daha yüksek kalorili tatlılara geçme sırası geliyor galiba. Bi taraftan bunları düşünedururken, ülkeyi bir Eurovision fırtınası sarmışken, ben de kendi Eurovision'umu yaşıyorum; okul sonuna Caddebostan Kültür Merkezi'nde yapılacak sene sonu konserinde, solo performans sergilemek üzere, ulusal elemeleri geçtim, büyük performans gününü bekliyorum. Kah koro önünde, kah piyano eşliğinde ben şarkılarımı şakımak için hazırlanadurayım, bir de şan hocamdan, solo resital y...