Ana içeriğe atla

Eurovision 2015 ve Viyana

Emerson “Eylemlerinizde çekingen davranmayın, hayat dediğiniz bir deneyler bütünüdür” dediğinde, ben geçtiğimiz haftasonunu henüz yaşamamıştım. Eurovision, çok yakınlarıma, Viyana’ya gelmişti; günlerden Perşembe olmuştu; benimse içimdeki iki ses hala birbiri ile kavga ediyordu. Biri “Kalk gidelim, herkes orada, eğlence orada, çocukluk hayalin orada” diye taklalar atıyordu, diğeri ise “Başlatma çocukluk hayaline; tonlarca iş burada, az para burada, oturup kara kara geleceğini düşünme burada” diye söyleniyordu. Biraz zor oldu, ama bir şekilde iki sesi uzlaştırmayı başarıp, çamaşırlarımı makineye attım ve Sevnur’u aradım.

“Sevnur, yarın sabah Viyana’ya gidelim mi?”
“Olur.”
“Ama param yok?”
“Benim de yok. Ama bu haftasonundan kazanacaklarım, akıl sağlığım için elimdeki son 100 Euro’dan daha faydalı olabilir.”
“Hmm, doğru. Çok para harcarsak, bir süreliğine yemek yemeyi, saçlarımı kestirmeyi ve çamaşırlarımı yıkamayı bırakabilirim.”
“?!?!”

Bir saat içinde, Airbnb sayesinde kendimize kalacak süper uygun fiyatlı bir yer ve gidiş dönüş otobüs bileti  bulmuştuk. Tabii ki, biletleri aylar öncesinden biten Eurovision gecesini canlı seyretmek gibi bir ihtimalimiz yoktu, ama olsun, cafe’lerde, sokaklarda göstereceklerdi elbet birşeyler. Zaten sokaklarda gülüp eğlenmeli hippi eğlencesinden yükseklerde de gözümüz yoktu. İşte tam burada Emerson devreye girdi. Bizim bu çekingenlikten bin fersah uzakta eylemimize cömert bir şekilde karşılık verdi, ve Viyana’ya indiğimiz andan itibaren, üzerimize yağan şans yağmuru ve normal yağmur (?!) hiç durmadı. Arkadaşlarımızın 5 ay önceden ruhen, 5 saat öncedense fiziken hazırlanmaya başladıkları mühim geceye, biz birkaç saat kala, ”Elimde fazla bilet var, gitmezseniz çöpe gidecek” kısa mesajı ile başladık. Velhasıl yoldan gelmiş, aç, uykusuz, terleyen hallerimizle Eurovision’u en önden izleme hikayemiz böyle gerçekleşti.

Şarkıları kanlı canlı, yerinde dinlemek, ekran karşısında dinlemekten çok daha keyifliymiş. Sadece performansların değil, etrafta koşup duran kameraların, ekranda ülke tanıtım videosu dönerken ışık hızında yenilenen sahnenin, ve sanatçıların şarkılarına başlamadan önceki son 30 saniyede yaşadıkları kalp atışlarının da parçası olmuş olduk. Ekrandan çok alalade görülen kendi etrafında dönme hareketinin bile, kimbilir kaç kere çalışılmış, komplike, prova gerektiren bir iş olduğunu anladık.

Benim kişisel favorilerim Belçika, Estonya, Slovenya ve İtalya idi. İsveç kazandı, onu da sevdik. Ama zaten farkettim ki, Eurovision artık birinci olma meselesi değil. Katıldığımız şov sonrası partide, eski yıllardan kazanamamış, hatta ilk 10’a bile girememiş bazı şarkılara, kazanmış bazı şarkılardan çok daha fazla eşlik edildi. Ayrıca organizasyon, genç sanatçıların kendilerini göstermeleri ve Facebook/Instagram sayfalarına birkaç yüzbin fazla takipçi katabilmeleri için büyük bir fırsat yaratıyor, ki günümüz dünyasında albüm satmaktan daha da önemlisi bu sanırım. Zira, sıfır puanla yarışmayı bitiren Avusturya ve Almanya temsilcileri bile Facebook sayfalarında bu işten gayet memnun ayrıldıklarını belirten, biraz da kendilerini ti’ye alan yazı ve video’lar paylaşmışlar.  

Sadete gelirsek, Sezgin der ki, tamam, Eurovision’u çok ciddiye almayın, ama sadece final gecesi ekranlardan yarım yamalak izleyip “Kimse umursamıyor zaten” diye şarkılara burun da kıvırmayın. Bir fırsat yaratın, telefon faturasından, son model i-phone’dan, ya da benim gibi yemekten içmekten kısın;  gidin;  o atmosferi bir de yerinde yaşayın. Şarkıları en az birkaç gün öncesinden dinleyin. Adı “şarkı yarışması” olsa da, Eurovision artık bundan çok daha ötesi. Büyük bir şov, bir hafta boyunca Avrupa’nın (ve artık Avustralya’nın) çeşitli yerlerinden insanların birbirleri ile kaynaştıkları bir festival. Eleştirilecek yanları var mı? Elbette. Onları ayrı bir yazıda ya da sohbette keyifle tartışalım. Ben bugün ekranlardan uzak, işin kalbinde yaşanan, belki de öyle görmek istediğim için gayet naif bulduğum yönlerini yazmak istedim sadece.

Şimdilik Eurovision da bitti, yağmurlar da. Bizse evimize döndük. Gelecek sene İsveç’te görüşmek üzere. 

Sevgiyle kalın.


S.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina

DOT Marsta - Pornografi

Tiyatro eleştirmenliği haddime düşmez, ama uzun bir aradan sonra önceki akşam izlediğim Dot'un Pornografi oyunu beni kendime getirdi. Özlemişim böyle insanın suratına bi tane indiren oyunlar izlemeyi. Bu tarz oyunlar normalde bana ağır gelir, bedenim oyunun sonuna kadar salonda kalsa da, aklım çoktan salonu, hatta semti terketmiş olur. Ama bu öyle olmadı. Her şeyi pür dikkat dinledim, herkesi, her hareketlerini pür dikkat izledim. Ya çok iyilerdi, ya ben tiyatroyu çok özlemiştim. Ya da her ikisi de. Daha fazla saçmalamadan, BURAYA tıklayarak veya biraz daha aşağı inerek oyun hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olabileceğinizi söyleyim, ve bu güzel Pazar akşamına noktayı koyim. Herkese iyi haftalar.. PORNOGRAPHY / PORNOGRAFİ İLK OYUN 19 KASIM 2009 Yazan: SIMON STEPHENS Yöneten: MURAT DALTABAN Çeviren: PINAR TÖRE Oyuncular: EMEL ÇÖLGEÇEN , EMRE YETİM, BERRAK KUŞ, CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, UMUT KURT, GİZEM ERDEM, HAKAN MERİÇLİLER, İPEK BİLGİN 2 Temmuz 2005 LIVE 8 KONSER

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Yeni Şarkım 14 Şubat (Sırtım Ağrıyor) ve Hikayesi

Adı üstünde Sevgililer Günü ve o günün omuzlarımıza bindirdiği yükler sebebiyle ağrıyan sırtlarımız hakkında bir şarkı 14 Şubat/Sırtım Ağrıyor. Sinsi sinsi içimizi kemirip yanımıza yatan, bizi bile uyutan ama kendileri uyumayan canavar düşüncelerimiz de var içinde; birilerinin doğurduklarını hiç acımadan doğrayan caniler de. Yani aslında çok da neşeli bir şarkı değil. Fakat şarkıyı sahne performansı çok şen şakrak geçti. Gülenler ve kahkaha atanlar çok bol oldu, bir yerde dayanamayıp ben bile sözlerin ortasında gülmeye başladım. Sebebini bilmiyorum. Sanırım sadece benim kafamın içinde döndüğünü sandığım deli saçma cümlelerde birşeyler buldu dinleyenler kendilerinde o gün. Çok da güzel oldu. Benim içinse hafif komik olan birkaç durum daha vardı. Bunları paylaşmak istiyorum. Çok sevgili gitarist arkadaşım Manuel Stübinger’den bu şarkıda bana gitarla eşlik ederken ayrıca loop station da kullanmasını rica etmiştim. Bilmeyenler için ne olduğunu söyleyelim. Sesinizi veya çaldığ