Eşyalara, yerlere
ve kişilere bağlı olmadan yaşamak istediğimi düşünürdüm çok eskiden. Bunun ne
kadar zorlu bir iş olduğunu bilmeden. Gel zaman git zaman şehirler, ülkeler,
arkadaşlar, eşyalar, işler değiştirip durduktan sonra aslında boyumdan büyük
ettiğim lafların o kadar da erişilmez olmadıklarını farkettim. Ben çok küçükken
ilkokula giderken bile ne takım elbisemi giyip sabah gidip akşam geldiğim bir
ofis işi, ne evli mutlu çocuklu bir aile hayatı, ne de doğup büyüdüğüm yerlerde
sonsuza kadar kalma, önce ev sonra araba hayalleri kurmuştum. Onun yerine bol
bol gezecektim, her ülkeden arkadaşlar edinecek, bir kaç dilde iletişim kurmayı
öğrenecek, müzik yapacak, belki yazı yazacak, bol bol okuyacak, hayatı
keşfedecektim.
Hepimizi birbirimize benzetmeye çalışan bu döngüde insanın çocukluk hayallerini bırakın hayata geçirmesi, hatırlaması bile zor; sinsice içimize yerleşen öğretiler, gel zaman git zaman o büyük hayallerimizi bize tek tek yedirip, boğazımıza dizebiliyor. Sonra kendimizi “Nereye gidiyorum bu hayatta?” diye ağlarken buluyoruz. Durup kendimizi dinleyip, neler istediğimizi anlamak yerine, kapitalizmin kıskacına bir kez daha düşüp, bol bol satın alarak kendimizi mutlu etmeye çalışıyoruz. Peki bunu yapmak yerine bir de tam tersini denesek? Gereksiz yere satın almaktan, gereksiz yere eşya saklamaktan vazgeçsek, daha azla daha çok olamaz mıyız? Bence oluruz. Bunun üzerine okuyup, araştırıyorum bir süredir. Uzun bir süre önce Graham Hil’in TED’deki Daha Az Eşya Daha Çok Mutluluk konuşmasını izlediğimde, çok etkilenmiş, odamdaki gereksiz şeylerin varlıklarından bir anda haberdar olmuş (evet, daha önce değilmişim) ve onlar gittiklerinde yaşadığım rahatlık duygusu ile de çok mutlu olmuştum. Sanırım nihayet ömür boyu arzu ettiğim sadelik, özgürlük, hafiflik gibi altlarını doldurmak istediğim kavramlara bir adım daha yaklaştığımı hissetmiştim. Bu kadar basit miydi peki mutlu olmak? Bu konu ile ilgili kendi deneyimlerini paylaşan blog yazarlarından, bu felsefeyi ana hayat tarzları yapmış bir çok kişiye göre evet, bu kadar basit mutlu olmak.
Nedir peki minimalizm? Francine Jay’e göre, ihtiyaçlarınızı karşılayacak azami şeylerle yaşayabilmek demek. Mesela 5 tişörtle rahat rahat yaşayabilen benim gibi bir insanın, gidip sırf çeşit olsun diye 20 tane tişört almaması demek. Hiç bir sorunu olmayan akıllı telefonunuzu sırf yenisi çıktı diye yenilememek demek. Sahip olduğunuz şeyler daha az olunca, temizlenmeniz, her taşındığınızda kutu kutu paketleyip sonra tekrar yerleştirmeniz, çalınırlarsa ardından üzülmeniz, düzenlemeniz ve muhtemelen içlerinde kaybolmanız gereken şeyler de daha az oluyor. Böyle olunca da, kendinize ayırdığınız zaman daha çok artıyor. İlginizi, emeğinizi, aklınızı yaşadığınız ana, kendinize, yaratıcılığınıza ayırmanız daha kolay oluyor. Senelerdir oradan oraya taşınan ve seyahat eden (ve benim gibilerle konuşup, fikir alışverişi yapmış) bir insan olarak şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, eşyalar omuzlarımda birer yükmüş; sadece mecazen değil, kelime anlamıyla da.
Kaldırıp her şeyi atalım demiyor tabii hiç kimse, ama mesela o dolapta bir türlü giymediğimiz, ama bir gün nasıl olsa giyeceğim ümidiyle sakladığımız tişörtler var ya, onların orada hiç birimize bir faydası olmadığından bahsediyor minimalist bakış açısı. Dolapta suskun ve üzgün kendi halinde oturacağına o tişört, dünyada kendisine muhtaç milyonlarca insanlardan birinin üstünde otursun; gülsün, gülümsetsin diyor.Böyle diye diye, sahip olduğum, fakat aslında niye sahip olduğumu bilmediğimi farkettiğim bir çok şeyden kurtuldum ilk aşamada. Kurtuldum derken, hiç bir şeyi çöpe atmadım. Bir kısmını bağışladım, bir kısmını hediye ettim, bir kısmını da sattım. Geriye sahiden işime yarayacak, hayatımda bir değeri/önemi olan ya da o an için işime yarayacak eşyalar kaldı. Eşyalara bakış açım da biraz değişti tabii. Eskiden “benim olmalı” kavramı ile yaklaştığım şeylere, artık “buna bir süreliğine ihtiyacım var, işim bitene kadar kullanmak ve sonra dünyaya geri vermek üzere ödünç alıyorum” mantığı ile yaklaşmaya başladım. Sonuçta hiç birimiz kalıcı mekanizmalar değiliz şurada, eşyalarımız niye kalıcı olsun ki?
Hepimizi birbirimize benzetmeye çalışan bu döngüde insanın çocukluk hayallerini bırakın hayata geçirmesi, hatırlaması bile zor; sinsice içimize yerleşen öğretiler, gel zaman git zaman o büyük hayallerimizi bize tek tek yedirip, boğazımıza dizebiliyor. Sonra kendimizi “Nereye gidiyorum bu hayatta?” diye ağlarken buluyoruz. Durup kendimizi dinleyip, neler istediğimizi anlamak yerine, kapitalizmin kıskacına bir kez daha düşüp, bol bol satın alarak kendimizi mutlu etmeye çalışıyoruz. Peki bunu yapmak yerine bir de tam tersini denesek? Gereksiz yere satın almaktan, gereksiz yere eşya saklamaktan vazgeçsek, daha azla daha çok olamaz mıyız? Bence oluruz. Bunun üzerine okuyup, araştırıyorum bir süredir. Uzun bir süre önce Graham Hil’in TED’deki Daha Az Eşya Daha Çok Mutluluk konuşmasını izlediğimde, çok etkilenmiş, odamdaki gereksiz şeylerin varlıklarından bir anda haberdar olmuş (evet, daha önce değilmişim) ve onlar gittiklerinde yaşadığım rahatlık duygusu ile de çok mutlu olmuştum. Sanırım nihayet ömür boyu arzu ettiğim sadelik, özgürlük, hafiflik gibi altlarını doldurmak istediğim kavramlara bir adım daha yaklaştığımı hissetmiştim. Bu kadar basit miydi peki mutlu olmak? Bu konu ile ilgili kendi deneyimlerini paylaşan blog yazarlarından, bu felsefeyi ana hayat tarzları yapmış bir çok kişiye göre evet, bu kadar basit mutlu olmak.
Nedir peki minimalizm? Francine Jay’e göre, ihtiyaçlarınızı karşılayacak azami şeylerle yaşayabilmek demek. Mesela 5 tişörtle rahat rahat yaşayabilen benim gibi bir insanın, gidip sırf çeşit olsun diye 20 tane tişört almaması demek. Hiç bir sorunu olmayan akıllı telefonunuzu sırf yenisi çıktı diye yenilememek demek. Sahip olduğunuz şeyler daha az olunca, temizlenmeniz, her taşındığınızda kutu kutu paketleyip sonra tekrar yerleştirmeniz, çalınırlarsa ardından üzülmeniz, düzenlemeniz ve muhtemelen içlerinde kaybolmanız gereken şeyler de daha az oluyor. Böyle olunca da, kendinize ayırdığınız zaman daha çok artıyor. İlginizi, emeğinizi, aklınızı yaşadığınız ana, kendinize, yaratıcılığınıza ayırmanız daha kolay oluyor. Senelerdir oradan oraya taşınan ve seyahat eden (ve benim gibilerle konuşup, fikir alışverişi yapmış) bir insan olarak şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, eşyalar omuzlarımda birer yükmüş; sadece mecazen değil, kelime anlamıyla da.
Kaldırıp her şeyi atalım demiyor tabii hiç kimse, ama mesela o dolapta bir türlü giymediğimiz, ama bir gün nasıl olsa giyeceğim ümidiyle sakladığımız tişörtler var ya, onların orada hiç birimize bir faydası olmadığından bahsediyor minimalist bakış açısı. Dolapta suskun ve üzgün kendi halinde oturacağına o tişört, dünyada kendisine muhtaç milyonlarca insanlardan birinin üstünde otursun; gülsün, gülümsetsin diyor.Böyle diye diye, sahip olduğum, fakat aslında niye sahip olduğumu bilmediğimi farkettiğim bir çok şeyden kurtuldum ilk aşamada. Kurtuldum derken, hiç bir şeyi çöpe atmadım. Bir kısmını bağışladım, bir kısmını hediye ettim, bir kısmını da sattım. Geriye sahiden işime yarayacak, hayatımda bir değeri/önemi olan ya da o an için işime yarayacak eşyalar kaldı. Eşyalara bakış açım da biraz değişti tabii. Eskiden “benim olmalı” kavramı ile yaklaştığım şeylere, artık “buna bir süreliğine ihtiyacım var, işim bitene kadar kullanmak ve sonra dünyaya geri vermek üzere ödünç alıyorum” mantığı ile yaklaşmaya başladım. Sonuçta hiç birimiz kalıcı mekanizmalar değiliz şurada, eşyalarımız niye kalıcı olsun ki?
Yorumlar