Ana içeriğe atla

Bir Etyemezin Hayvanat Bahçesi İle İmtihanı


Hayatımda doğru düzgün hayvanat bahçesine gitmemiştim ben. Çocukluktan hatırladığım hayal meyal sadece kuşların olduğu bir yer. Yetişkin olduğumda ise Macaristan’da arkadaşlarla gittiğimiz Szeged hayvanat bahçesi. Aklımda kalan, ağaçlardan ağaçlara sallanan maymunlar ve onların mutlu (serbest, özgür vs) olduğunu düşünmüş olmam. Hatta “ne güzel, hayvanat bahçesi sandığım gibi hayvanların kafeslerin içine kapatıldığı bir yer değilmiş artık” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Yıllar sonra Münih’e yerleştiğimde büyük bir hayvanat bahçesi olduğunu öğrendim. Hayvanları çok sevdiğim için hemen gitmek istedim. Benim gibi Münih’e yerleşmiş İsveç’li bir arkadaşım ile “Münih’te keşfedecek yerler” listesi yaparken ona bundan bahsettim. O da bana hayvanat bahçelerine karşı olduğunu söyledi. “Nasıl yani?” diye sorunca hayvanların bizim için belli alanlara kapatılıp izlenmeye açık hale getirilmesi fikrine karşı olduğunu söyledi. Bu konuyla ilk yüzleşmem sanırım o zamanlar olmuştu. Bu konuşmadan sonra benim de hayvanat bahçesine gidesim gelmedi, zaten gezilecek onca müze, sergi, salon varken sıra ona gelmedi. Konu üstünde de fazla durmadım.

Derken aradan 5-6 ay geçti ve ben kendimi hayvanlarla ilgili bambaşka bir konuyla yüzleştirdim. Hayvanları seviyordum, ama onları yemekten de vazgeçmiyordum. Hiçbir zaman çok et yiyen bir insan olmamıştım. Hatta küçüklüğümden beri kuşbaşılı gelen sebze/fasulye yemeklerinin etlerini tabağımın kenarına ayırırdım yemek seçmeyen bir insan olmama rağmen. Arada aklıma vejetaryen olmak fikri gelirdi, ama pratikte çok zor olacağını düşünür, üstünde fazla durmazdım. Ayrıca döner, şinitzel, köfte gibi işlenmiş ürünleri tüketmek de hoşuma giderdi. İşte Münih’e gelip de kendi yemeğimi bol bol kendim pişirdiğim günlerin birinde yediğim bir tavuk yemeği artık boğazımdan geçemedi. “Bunun oluru yok, benim vejetaryen olmayı denemem lazım” dedim ve etsiz bir hayata merhaba dedim. Zamanla süt ve yumurta sektörünün çirkin yüzünü gördükçe onlardan da uzaklaştım. Veganlık felsefesi ile tanışınca hayvan sömürüsünün sadece ette değil, hayatımızın birçok yerinde olduğunu gördüm ve bu beni çok üzdü. Deri, yün, ipek, jelatin, hayvanlı sirkler ve tabii ki hayvanat bahçeleri. Artık hayvan sömüren her şey düşmanım olmuştu ve teoride hepsine karşıydım. Fakat pratikte işlemeyenler vardı. Mesela aklımda her hafta koşarken önünden geçtiğim, bahçesinde kuzularla çocukların kaynaştığını görüp mutlu olduğum, gündelik hayatta sık sık karşılaşamadığım hayvanları görme şansımın olduğu hayvanat bahçesi zil çalıyordu. Hatta bir keresinde orada çalışan bir hayvan bakıcısı ile çalışmış, ona da bu düşüncelerimden biraz bahsetmeye çalışmıştım. İşini severek yapan biriydi. Hayvanlara çok iyi bakıldığını, hatta kimilerinin doğal ortamlarından daha iyi şartlarda olduğunu söylemişti. “Ama insanlar olarak gidip doğal ortamlarında bile yaşayaman hayvanlara bakmamız, kendilerinden izinsiz habire fotoğraflarını çekmemiz bana biraz garip geliyor” dediğimde ise onların karınlarının tok olduğu sürece kimin onları gözetlediğini pek umursamadıklarını söylemişti. Çok ikna olmamıştım, ama bu içeriden gelen bir bilgiydi. Belki de ben abartıyordum? Belki hayvanların çok da umrunda değildi? Belki her şeyi bir kalemde silip atmamak gerekiyordu? 

Bu düşüncelerin de üstünden uzun bir zaman geçti. Münih’e geleli 8 yıl olmuştu ve ben hala hayvanat bahçesine hiç gitmemiştim. Geçtiğimiz yaza kadar. Günlerden bir gün bisikletimle tur yaparken tekerim patladı ve yolun ortasında kaldım. Arayıp yardım istediğim arkadaşım bir saat sonra gelebileceğini söyledi. Ben de beklerken ne yapsam diye düşünürken tam da hayvanat bahçesinin önünde durduğumu farkettim. Kapanmasına bir saat vardı. Bu bir işaret miydi? Paramı buraya aktarmalı mıydım? Vegan polisler gelip beni tutuklar mıydı? Dahası içimdeki bu ahlaki sorumsuzluk duygusu ile nasıl yaşayabilirdim? Gitgelli düşüncelerle bir 5 dakika kapının önünde oyalandıktan sonra, konu hakkında ne düşündüğümü daha iyi anlayabilmek için bu ziyareti kendime borçlu olduğumu düşündüm ve kapıdan içeri giriverdim. 

Girip önce ortalarda dolaşan ördekleri görünce mutlu oldum. Ne zaman bir hayvanla yakınlaşıp selamlaşma şansım olsa mutlu oluyorum ben zaten. Ayrıca, Münih’in birçok yerinde ördekler ve kuğular olduğu için çok enteresan bir durum da değildi bu benim için. Fakat biraz ilerlemeye başlayınca işler değişti. Önce zürafaları gördüm. Ben hayatımda yakından zürafa görmüş müydüm, bilmiyorum. Endamları beni benden aldı. Çok yakın değillerdi. Hava güzel olduğu için dışarının keyfini çıkarıyorlardı. Yan bölmede ise onları izleyen insanlar vardı. İşte o an kafama dank etti. İçinde bulunduğum o resmi hiç sevmedim. Hayvanları açık hava da olsa, geniş bir bölme de olsa, kendi merakımız ve keyfimiz için bir yere kapatmıştık ve karşılarına geçip film izler gibi bakıyorduk onlara. İlerleyip birkaç hayvanın daha “kafeslerini” görünce, içimin burkulması ve midemin bulantısı gittikçe arttı. Her birisi başka bir coğrafyaya, başka bir iklime, başka ortamlara ait hayvanları, sırf keyfimiz için ayağımıza getirtmişiz. İnsan olduğum için utandım. Hemen oradan uzaklaşmak ve kaçmak istedim. “Bunu neden yapıyoruz?” diye sordum kendi kendime. Tembel olduğumuz için mi? “Üstün” olduğumuz için mi? Çocuklarımız için mi? İnsanlık olarak bu hakkı kendimizde nasıl ve neden buluyoruz? Daha akıllı olduğumuz için mi? Konuşabildiğimiz için mi? Doğanın bir parçası değil, tepesindeki zümrüt olduğumuz için mi? Kafam almadı. Üzüldüm, boğazıma bir yumru oturdu. Bana sanki hüzünlü hüzünlü bakan şempanzenin bakışlarını da alıp çıktım oradan. Bir daha hayvanat bahçelerine gitmeyeceğime dair söz verdim kendime. Ki bahsettiğim, hayvanlara nispeten iyi bakıldığını düşündüğüm bir yer, ve sosyal sorumluluk projesi olarak soyu tükenmekte olan hayvanları tekrar doğaya kazandırmak için de çalışmalar yapıyorlar.

İnsanlar olarak, hayvanlarla ilişkilerimiz ve yaşadığımız büyük çelişki, benim üzerimde büyük bir stres yaratıyor. Evlerimizde gözümüz gibi baktığımız kedi köpeğimizden, sokakta görüp beslediğimiz dostlarımızdan, “bir kap su” diye attığımız mesajlarımızdan görüyorum ki tamamen kör değiliz, merhametliyiz. Hayvanları sadece sevmiyoruz, onların yeri geliyor arkadaşlıklarını kabul ediyoruz, yeri geliyor bakıcıları oluyor, yeri geliyor dertlerini dinliyoruz. Ama diğer taraftan onları yiyoruz, giyiyoruz, kısıtlı alanlara kapatıp “gözetliyoruz”.  Ne için? Keyfimiz için. Hiçbirisi yapmazsak ölmeyeceğimiz şeyler değil. Hele ki günümüzün teknolojik şartları ile. Nevşin Mengü, TedX konuşmasında bir vicdan devriminden bahsediyor ve veganlığın da bunun bir parçası olduğunu söylüyor. Ben de bu devrimin bir parçası olmak için elimden geleni yapıyorum. Umarım hayvanlarla ve doğa ile elele, yanyana, mutlu yürüdüğümüz bir gelecek yakındadır. 

NOT: Fotoğraf hayvanat bahçesinden değil, dağda kendiliğinden olmuş bir karşılaşmadan. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina

DOT Marsta - Pornografi

Tiyatro eleştirmenliği haddime düşmez, ama uzun bir aradan sonra önceki akşam izlediğim Dot'un Pornografi oyunu beni kendime getirdi. Özlemişim böyle insanın suratına bi tane indiren oyunlar izlemeyi. Bu tarz oyunlar normalde bana ağır gelir, bedenim oyunun sonuna kadar salonda kalsa da, aklım çoktan salonu, hatta semti terketmiş olur. Ama bu öyle olmadı. Her şeyi pür dikkat dinledim, herkesi, her hareketlerini pür dikkat izledim. Ya çok iyilerdi, ya ben tiyatroyu çok özlemiştim. Ya da her ikisi de. Daha fazla saçmalamadan, BURAYA tıklayarak veya biraz daha aşağı inerek oyun hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olabileceğinizi söyleyim, ve bu güzel Pazar akşamına noktayı koyim. Herkese iyi haftalar.. PORNOGRAPHY / PORNOGRAFİ İLK OYUN 19 KASIM 2009 Yazan: SIMON STEPHENS Yöneten: MURAT DALTABAN Çeviren: PINAR TÖRE Oyuncular: EMEL ÇÖLGEÇEN , EMRE YETİM, BERRAK KUŞ, CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, UMUT KURT, GİZEM ERDEM, HAKAN MERİÇLİLER, İPEK BİLGİN 2 Temmuz 2005 LIVE 8 KONSER

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Yeni Şarkım 14 Şubat (Sırtım Ağrıyor) ve Hikayesi

Adı üstünde Sevgililer Günü ve o günün omuzlarımıza bindirdiği yükler sebebiyle ağrıyan sırtlarımız hakkında bir şarkı 14 Şubat/Sırtım Ağrıyor. Sinsi sinsi içimizi kemirip yanımıza yatan, bizi bile uyutan ama kendileri uyumayan canavar düşüncelerimiz de var içinde; birilerinin doğurduklarını hiç acımadan doğrayan caniler de. Yani aslında çok da neşeli bir şarkı değil. Fakat şarkıyı sahne performansı çok şen şakrak geçti. Gülenler ve kahkaha atanlar çok bol oldu, bir yerde dayanamayıp ben bile sözlerin ortasında gülmeye başladım. Sebebini bilmiyorum. Sanırım sadece benim kafamın içinde döndüğünü sandığım deli saçma cümlelerde birşeyler buldu dinleyenler kendilerinde o gün. Çok da güzel oldu. Benim içinse hafif komik olan birkaç durum daha vardı. Bunları paylaşmak istiyorum. Çok sevgili gitarist arkadaşım Manuel Stübinger’den bu şarkıda bana gitarla eşlik ederken ayrıca loop station da kullanmasını rica etmiştim. Bilmeyenler için ne olduğunu söyleyelim. Sesinizi veya çaldığ