Ana içeriğe atla

Neydi Adı?


Çok hüzünlü, buruk, ağlayan bir mide ile uyandım bu sabah. Neydi bunun adı? Uykusuzluk? Çok çalışma? Stres? Ev özlemi? Çocukluğumu gördüm rüyamda. Kadıköy’deki evimizi. Ailemizin bir parçası gibi gördüğümüz üst kat komşularımızı. Ne güzeldi komşuluk Kadıköy’de. Okuldan eve gelince annem evde yoksa üst katın zilini çalar; annem gelene kadar Cemile Teyze ile otururdum. Ne annemin ne de Cemile Teyze’nin cep telefonları olmadığı için, annemin nerede olduğundan tam emin olmazdık. Ama dert edilmezdi; ya market alışverişinden dönmek üzereydi, ya anneanneme uğramıştı, ya da önemli bir işi vardı. Zaten pamuk saçlı Cemile Teyze ile sohbet etmek de çok keyifliydi. Sonra yaz tatillerinde annemle geç uyanmalarımız vardı bizim. Erken kalkmayı sevmezdik; keyif yapardık 11’lere kadar. Bazı günler kalkıp Sabah Şekerleri’ni seyrederdim. Murat Başoğlu’nun linç edilmediği, nefretimizi tweet atmak yerine, sevgimizi faks çektiğimiz dönemlerdi. Özlem Tekin konuk olmuştu bir keresinde, daha ilk albümünün çıktığı zamanlardı. Gitar çalıp şarkılar söylemişti, çok mutlu olmuştum o gün. Asiliği Özlem Tekin’den öğreniyorduk o zamanlar. Haftada iki mahalle pazarı olurdu. Salı Pazarı veya Cuma Pazarı. Annemin oradan dönmesini beklerdim ellerim kulaklarımda. Bazı günler anneannem de bize uğrardı dönüşte bir sürpriz yapıp.  Şimdi ne Kadıköy’deki o ev duruyor, ne anneannem, ne de Cemile Teyze.

Bazı hatıralar o kadar uzakta gözüküyor ki, sanki onları da rüyamda yaşamışım gibi hissediyorum. Uzansam alabilecekmişim gibi duruyorlar, ama tam uzandığım sırada o günlere dönemeyecek olmanın verdiği his bıçak olup saplanıyor elime. İşte o elimdeki acıydı uyandıran beni bu sabah. Ve ısrarla düşündüm. Neydi bunun adı? Büyümek? Hasret? Heimweh?* Artık duygularımı tarif edebilmek için Almanca’dan kelimeler mi ödünç almaya başlamıştım? O kadar uzun mu olmuştu ben buralara geleli? Sahi, bugün gelişimin 7. yıldönümü olmuş. Buradaki ilk günüm geliyor aklıma. Havalimanında tam gitmeden annemin elime tutuşturduğu bir çift yaşlı gözü alıp, yeni evime girer girmez ilk yaptığım şey bağıra çağıra ağlamak olmuştu. Ne işim vardı bu karanlık ülkede? O ağlayan çocuğu dinlesem, o an dönerdim. Ama dönseydim, burada 7 sene boyunca başıma gelen harika şeylerin hiçbirisini de yaşamamış olurdum. Buralarda yeşerebilmek için emek verdim. Türkiye’de kalsam, yüzüne bakmayacağımişlere evet dedim. Parasını, yemeğini, insanlarını geçtim; bazen çok yorgun olup da kafamda kuşlar dönerken, en basit kelimelere muhtaç kaldığım zaman oldu. Buna rağmen Almanya’da yaşamayı seçtim. Çünkü, kendimin en yüksek mertebesine, en çiçek açmışına burada ulaşabildiğimi hissettim. Zaten İstanbul’dan gitmeden önce birçok şeyden bunalmıştım. İnsanların birbirine duyduğu saygısızlıktan, üretememekten, trafikten, çetin çalışma koşullarından. Burada bulabildiğim küçük mutluluklardı aradığım. İşe bisikletle gitmek, çimlerde uzanmak, sokakta sevgilini öpmek. En son İstanbul’u ziyaret ettiğimde, havalimanından eve giderken bindiğim taksinin şoförü geldi aklıma. “İnsanların yüzüne bak, İstanbul’da herkes mutsuzdur” demişti. “Para yetsin diye bir koşturma içine giriyorsun, o çemberden bir daha çıkamıyorsun. Daha çok çalışıyorsun, daha çok çalıştıkça daha çok mutsuz oluyorsun. Hayatım böyle mi geçecek benim? Bu mu olması gereken?” diye sormuştu, sanki Antik Çağlardan beri sorulmuş bu soruların cevabını ben verebilirmişim gibi. Ne denirdi ki?

İstanbul’da hayat zor. Çetin. Ucuz. Kalabalık. İstanbul’da hayat çok. İstanbul’da hayat beni duygu yoğunluğunda bir uçtan diğer uca atmayı seviyor. Ama gel gör ki, bazı sabahlar o çocukluğumun resimleri ile uyanınca, ne kalabalığı geliyor gözümün önüne, ne saygısızlığı, ne kıymet bilmezliği. İstanbul, sen en zor sevgilimsin. İtiraf ediyorum.

O zaman neydi bunun adı? Arada kalma hissi miydi? ‘Bir kez seyahat etmeye başladın mı, bir daha asla mutlu olamazsın’ demişler. O tarz bir mutsuzluk muydu? Memleket hasreti miydi? Oysa ben ta çok küçükken biliyordum yurtdışına gitmek istediğimi. İçimde öğrenmeye, diğer insanların pencerelerine bakmaya, başkası olmaya, yabancı diller konuşmaya, yeni yerler görmeye dair muazzam büyüklükte bir açlık vardı. “Okul bitince ben yurtdışına gideceğim ve orada yaşayacağım” demiştim Cemile Teyze’ye, yine bir ilkokul günü dönüşü üst katta annemi beklerken. “Tabi, oğlum, gitmesine gidersin; ama bazı zorlukları da olacak o işin. Hazır mısın hepsini göğüslemeye?” diye sormuştu o da. “Doğru, annem beni uyandırmadan, sabahları alarmla kendi başıma kalkmak zorunda kalacağım. Bu, gözümü çok korkutuyor” demiştim. Sekiz yaşımın naifliğine bakıp gülümsüyorum. Nasıl uyanacağımdan değil, uyandığımda kalbime saplanacak hislerle nasıl başa çıkmam gerektiğinden  bahsediyormuş meğerse Cemile Teyze.

Sezgin

*Heimweh, Almanca’da en sevdiğim tanımlamalardan. Kelime anlamı ‘ev acısı’ gibi bir şey olurdu. Sıla hasreti olarak Türkçe’ye çevirmiş Wikipedia ve Ekşi Sözlük.
*Yazı, ilk olarak Kopuntu.org sitesinde yayınlanmıştır.


SaveSave

Yorumlar

Nazan Öke dedi ki…
Sezgincim anneannemle neler paylaşmışsın meğer. Cemile teyzen yok artık ama, Nazan burada.Kadıköy'de. Sen ne zaman konuşmak istersen bekliyor olacak.O günleri unutmak mümkün değil. Çok değerli, tabi şimdi anlayabiliyoruz değerini. Seni çok ama çok seviyorum.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneanneciğime Mektup

Anneanneciğim, Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma ina

DOT Marsta - Pornografi

Tiyatro eleştirmenliği haddime düşmez, ama uzun bir aradan sonra önceki akşam izlediğim Dot'un Pornografi oyunu beni kendime getirdi. Özlemişim böyle insanın suratına bi tane indiren oyunlar izlemeyi. Bu tarz oyunlar normalde bana ağır gelir, bedenim oyunun sonuna kadar salonda kalsa da, aklım çoktan salonu, hatta semti terketmiş olur. Ama bu öyle olmadı. Her şeyi pür dikkat dinledim, herkesi, her hareketlerini pür dikkat izledim. Ya çok iyilerdi, ya ben tiyatroyu çok özlemiştim. Ya da her ikisi de. Daha fazla saçmalamadan, BURAYA tıklayarak veya biraz daha aşağı inerek oyun hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olabileceğinizi söyleyim, ve bu güzel Pazar akşamına noktayı koyim. Herkese iyi haftalar.. PORNOGRAPHY / PORNOGRAFİ İLK OYUN 19 KASIM 2009 Yazan: SIMON STEPHENS Yöneten: MURAT DALTABAN Çeviren: PINAR TÖRE Oyuncular: EMEL ÇÖLGEÇEN , EMRE YETİM, BERRAK KUŞ, CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, UMUT KURT, GİZEM ERDEM, HAKAN MERİÇLİLER, İPEK BİLGİN 2 Temmuz 2005 LIVE 8 KONSER

Sakin Manifesto

Bağıra çağıra kendini ifade eden insanlardan olmadım ben. Bacaklarını kocaman açıp oturan adamlardan da. Sakızı patlayarak çiğneyenlerden de. Etrafa sebepsiz kızgın bakanlardan da. Olmayacağım. Bu dünyanın “yırt parçala at” tarafını destekleyen insanlar varsa ben inadına kibar tavrımı koruyacağım. Eleştirilere açık olacağım ama kabalığa değil. Hayatta kalmak için onların sertliğinin, bilgiçliğinin, hoyrat dillerinin parçası olmayacağım. Hayatın içindeki küçük mutlulukları sevmeye devam edeceğim. Merdivenlerden bebek arabasını indirmeye çalışan anneye yardım etmek ve onun minnettar bakışı gibi. Yürüyen merdivenlerden korkan yaşlı amcaya el uzatmak gibi. Toplu taşımada tanımadığın birisi ile göz göze gelip aynı şeye gülebilmek gibi. Yolda hapşıran birisine çok yaşa diyebilmek gibi. Roger Ebert’in “Kibarlık bütün politik görüşlerimi özetliyor” sözünü okuyup, uzaklara dalmak gibi. 

Yeni Şarkım 14 Şubat (Sırtım Ağrıyor) ve Hikayesi

Adı üstünde Sevgililer Günü ve o günün omuzlarımıza bindirdiği yükler sebebiyle ağrıyan sırtlarımız hakkında bir şarkı 14 Şubat/Sırtım Ağrıyor. Sinsi sinsi içimizi kemirip yanımıza yatan, bizi bile uyutan ama kendileri uyumayan canavar düşüncelerimiz de var içinde; birilerinin doğurduklarını hiç acımadan doğrayan caniler de. Yani aslında çok da neşeli bir şarkı değil. Fakat şarkıyı sahne performansı çok şen şakrak geçti. Gülenler ve kahkaha atanlar çok bol oldu, bir yerde dayanamayıp ben bile sözlerin ortasında gülmeye başladım. Sebebini bilmiyorum. Sanırım sadece benim kafamın içinde döndüğünü sandığım deli saçma cümlelerde birşeyler buldu dinleyenler kendilerinde o gün. Çok da güzel oldu. Benim içinse hafif komik olan birkaç durum daha vardı. Bunları paylaşmak istiyorum. Çok sevgili gitarist arkadaşım Manuel Stübinger’den bu şarkıda bana gitarla eşlik ederken ayrıca loop station da kullanmasını rica etmiştim. Bilmeyenler için ne olduğunu söyleyelim. Sesinizi veya çaldığ