Şarkı söylemek zor iş. Sadece ağzınızı kocaman açmak,
damağınızı kaldırmak, diyafram nefesi kullanmak, ve aklınızdan tüm bu teknik
şeyleri geçirirken bir taraftan şarkıya ruh katmak zorunda olduğunuz için
değil. Birilerinin karşısında kendinizi tamamen çıplak hissettiğiniz için.
“Etim sizin, kemiğim yanınızdakinin” der gibi kendinizi karşı tarafa emanet
ettiğiniz için. Birçok kişinin derdi kırılganlıklarını, zayıflıklarını,
güçsüzlüklerini saklamak iken, siz bunları kendinize kaynak edindiğiniz için. O
yüzden, dün küçük öğrencim kendi konserinden tam 1 dakika önce hüngür hüngür
ağlamaya başladığında, önce şok olup ne yapacağımı bilemesem de, aslında en
derinlerde hiç sorgulamadan şıp diye anlayıverdim neler hissettiğini. O güzel
sesini ve yeteneğini insanlardan esirgemesin istedim. Ama “Herkesin önüne çıkıp
şarkı söyleyecek güvenim yok” gibi net bir cümleyle gelen 8 yaşındaki kocaman
bir adama denecek kaç tane cümle var ki dünyada? Önce sakinleştirip, ikna
etmeye çalışsam da, durumu daha fazla travmatik hale getirmemek için “Eğer
sahiden istemiyorsan çıkmak zorunda değilsin, dünyanın sonu değil ya” dedim.
Değildi tabii tüm dünyanın sonu. Ama kendini yenilmiş bir savaşçı gibi
hissederek eve gitsin de istemedim. Şarkı söylemekten nefret etsin istemedim.
Sırf provada, afacan arkadaşlarından biri güldü diye, ne zaman ağzını açacak
olsa tüm dünya ona gülecekmiş gibi hissetsin istemedim.
Söyleyeceği şarkının sahibi Rachel isimli bir şarkıcıydı. Gitmeden ona dedim ki, “düşün ki, Rachel’in konserine gittin. Tam konserden 5 dk önce, Rachel bir sebepten konsere çıkmaktan vazgeçti. Ne hissederdin? Ne düşünürdün bir seyirci olarak? Bu konserin bir telafisinin yapılmasını isterdin büyük ihtimal, öyle değil mi?” dedim. “Evet” dedi burnunu silerken. “O zaman biz de en azından seni izlemeye gelen annen, baban ve anneannen için bunu yapmak zorundayız, öyle değil mi?” dedim. Kafasını salladı, ikna olmuş gibiydi. Belki en şahane çözüm değildi. Ama bir taraftan konsere çıkacak diğer öğrencilerle ilgilenemem, diğer taraftan da Queen’in dediği gibi şovu devam ettirmem gerekirken bu üzücü deneyimi Mona Lisa gülümsemeli bir hatıraya çevirmek için aklıma gelen ilk pratik çözüm buydu. Sonra da gidiverdi annesinin peşinde.
Akşama kendi kendime kalınca, tüm bu deneyimlerin aslında öğrenme sürecinin bir parçası olduğunu düşündüm. Çocuklarla müzik yaparken, ilk amacım onlardan profesyonel müzisyenler yaratmak değil benim. Hayatları boyunca başlarını yaslayabilecekleri bir yoldaş olsun istiyorum müzik onlar için. Tüm dünyanın onlara sırtını döndüğü zamanlar geldiğinde, kendilerini anlayacak bir arkadaşları olsun istiyorum. Kelimeler yetmediğinde notalar yardımlarına koşsun; duyguları kendilerine fazla geldiğinde, içlerini dökebilecekleri sırdaşları olsun istiyorum. O yüzden şarkı söylemek için ağzınızı açıp da, o kuvveti kendinizde bulamadığınızda, aslında biliyorsunuz ki, en kırılgan noktanızı buldunuz. İnsanların gülmesinden, sizi eleştirmesinden, arkanızdan konuşmasından korkuyorsunuz. (Kim korkmuyor ki? Diğerleri büyük ihtimal bunu sizin kadar cesurca ifade etmiyor). O zaman gidelim üstüne bu korkuların. Onlar gülecekse, biz daha çok şarkı söyleyelim. Onlar anlamayacaksa ne söylediğimizi, biz iki kat yüksek üfleyelim notalara. Yapalım ki, patlasın bir iğne darbesiyle o çok kuvvetli görünen korku balonlarımız.
Bu yüzden de hep savunduğum şeyi yine tekrarlıyorum. Yeteneksiz çocuk yok. Müziksiz çocuk yok. Müzik, hiçbir kimseye ya da bir kuruma ait olamaz. Müzik hepimizin. Buna ağzını sonuna kadar açıp avaz avaz bağıranlar da dahil, o sesi önce yutup, sonra gözlerinden damla damla akıtanlar da. Ve M.C. Richards’ın dediğini hatırlayalım: “Yaptığımız tüm sanat dalları birer çıraklık. Asıl büyük sanat, hayatın kendisi”.
Söyleyeceği şarkının sahibi Rachel isimli bir şarkıcıydı. Gitmeden ona dedim ki, “düşün ki, Rachel’in konserine gittin. Tam konserden 5 dk önce, Rachel bir sebepten konsere çıkmaktan vazgeçti. Ne hissederdin? Ne düşünürdün bir seyirci olarak? Bu konserin bir telafisinin yapılmasını isterdin büyük ihtimal, öyle değil mi?” dedim. “Evet” dedi burnunu silerken. “O zaman biz de en azından seni izlemeye gelen annen, baban ve anneannen için bunu yapmak zorundayız, öyle değil mi?” dedim. Kafasını salladı, ikna olmuş gibiydi. Belki en şahane çözüm değildi. Ama bir taraftan konsere çıkacak diğer öğrencilerle ilgilenemem, diğer taraftan da Queen’in dediği gibi şovu devam ettirmem gerekirken bu üzücü deneyimi Mona Lisa gülümsemeli bir hatıraya çevirmek için aklıma gelen ilk pratik çözüm buydu. Sonra da gidiverdi annesinin peşinde.
Akşama kendi kendime kalınca, tüm bu deneyimlerin aslında öğrenme sürecinin bir parçası olduğunu düşündüm. Çocuklarla müzik yaparken, ilk amacım onlardan profesyonel müzisyenler yaratmak değil benim. Hayatları boyunca başlarını yaslayabilecekleri bir yoldaş olsun istiyorum müzik onlar için. Tüm dünyanın onlara sırtını döndüğü zamanlar geldiğinde, kendilerini anlayacak bir arkadaşları olsun istiyorum. Kelimeler yetmediğinde notalar yardımlarına koşsun; duyguları kendilerine fazla geldiğinde, içlerini dökebilecekleri sırdaşları olsun istiyorum. O yüzden şarkı söylemek için ağzınızı açıp da, o kuvveti kendinizde bulamadığınızda, aslında biliyorsunuz ki, en kırılgan noktanızı buldunuz. İnsanların gülmesinden, sizi eleştirmesinden, arkanızdan konuşmasından korkuyorsunuz. (Kim korkmuyor ki? Diğerleri büyük ihtimal bunu sizin kadar cesurca ifade etmiyor). O zaman gidelim üstüne bu korkuların. Onlar gülecekse, biz daha çok şarkı söyleyelim. Onlar anlamayacaksa ne söylediğimizi, biz iki kat yüksek üfleyelim notalara. Yapalım ki, patlasın bir iğne darbesiyle o çok kuvvetli görünen korku balonlarımız.
Bu yüzden de hep savunduğum şeyi yine tekrarlıyorum. Yeteneksiz çocuk yok. Müziksiz çocuk yok. Müzik, hiçbir kimseye ya da bir kuruma ait olamaz. Müzik hepimizin. Buna ağzını sonuna kadar açıp avaz avaz bağıranlar da dahil, o sesi önce yutup, sonra gözlerinden damla damla akıtanlar da. Ve M.C. Richards’ın dediğini hatırlayalım: “Yaptığımız tüm sanat dalları birer çıraklık. Asıl büyük sanat, hayatın kendisi”.
Yorumlar