Amy Winehouse, o
insanlardan biri olmuştur sanırım birçoğumuz için. Nasıl bir yetenekse, o son
derece kişisel, kendine özgü hikayelerini, hepimizin yüreğine dokunacak şekilde
kaleme dökebilmiş. Amy belgeselini izledikten sonra ise, insanın içine bir
yumru oturuyor. Her iyi filmden sonra, bir süre hikayenin etkisinde kalır, günlerce
üstüne düşünürüm, ama vakit geçtikçe hayal ürünü olan bir metaryelin içinde
yaşamanın mantıklı olmadığına kendimi ikna ederim. Peki ya bunun gibi gerçek
hayat hikayeleri ne olacak? Nasıl atacağım içimden o yumruyu dışarı?
Amy sanki bizlere
bir iki önemli birşey anlatmaya gelmiş, kendini sansürlemeden onları söylemiş,
doya doya acısını, aşkını, gözyaşını yaşamış, sonra Nil’in de söylediği gibi “erkenden
sönmüş” bir kadın. Sesi ciğerlerinden geçip ağzına ulaşmıyor, kalbinden çıkıp
kalbimize saplanıyor. Onun sesini dinlerken de, aynı hikayesini dinlerkenki
gibi insanın içine bir yumru oturuyor. Ah Amy, mutfağın yerine çöküp çektiğin
acıyı da, “gitmem de gitmem o rehabilitasyona” dediğin asi tavırlarını da, o
kadar doğal, o kadar naif dökmüşsün ki satırlara; yıllarca çalışıp didinsem ben
ulaşamam o yalınlığa, sade anlatıma. Ayrı bir letafet var senin yazdığın her
satırda, üflediğin her notada. “Aynı dönemde yaşamıştık, o olayların hepsini
hatırlıyorum” diyebilecek kadar “şanslı” olmak kalıyor kala kala bu hikayede
benim payıma. Ama gönlümden geçen, keşke biraz daha dayansaydın da buralarda,
anlatsaydın tekrar tekrar nasıl birşeymiş ‘gerçek olabilmek’ biz fani
dünyalılara.
Yorumlar